Geçmiş, geçer mi? Bağ, kopar mı?

Geçenlerde bir video düştü önüme, geçmiş diye bir şeyin olmadığını anlatıyordu biri. Eğer geçmiş vardıysa hadi git, gidebiliyor musun? Hayır. Bir mekan olamıyorsa geçmiş, o halde bir fikir olabilir, bir düşünce. Ne kadar da saçma bir yaklaşım demeden önce biraz sohbet edelim. 

Kategorik düşünmek, hayatı bölmelerle tecrübe etmek, ardışık hikayeler şeklinde oluşu değerlendirmek, velhasıl zamanı determine etmek üzerine düşünüyorum da; Batılı gibi düşünmek kanımıza işlemiş dostlar, kalkın çabuk mahvolduk. Bu meseleyi behemehal anlayıp düzeltmemiz gerekiyor. 

Şu sıralar hayatın, nasıl da "tüm ve tek zamanlı" olduğunu düşünüyorum. Bunda geçenlerde gördüğüm, bloğa da yazdığım rüyanın etkisi var elbet. Hafıza ve hatıranın ne olduğu üzerine düşünmek de bu mülahazayı perçinledi şüphesiz. Öncelikle düşündüğüm ve hissettiğim şeyleri izah etmek için en azından bir Freud olmam gerekiyor; biliyorsunuz ki değilim. Kendisinin "bilinçaltı" demek suretiyle insanlık tarihine kazandırdığı mefhum, herhalde Batı'dan neşet ettiği için bizlere yine deterministik bir karakterde geliyor. Zamanı parçalara ayırmadan düşünmek, bende neyi tebellür etti bilmiyorum ama dünyayla aramızdaki husumeti epey şifalamış görünüyor. 

Geçenlerde bir insanla tanıştım, epey uzun saat oturup muhabbet ettik. İlk saatlerde çok sıkıldım ve bir an önce gidesim geldi fakat biraz daha tanıyıp hikayesine şahit oldukça sevdim, çok daha yakından tanıyasım geldi. Birini gerçekten tanıdığımızda onu sevmemek işten değil. Sanki onun hafızasına konuk olmuş gibiydim. Aynı anda çocukluğu, ergenliği, gençliği, yetişkinliği... dünyada payına düşen tüm zaman parçaları, aynı anda karşımda duruyordu. Kırk beş yaşında yekpare bir insan tanesi değildi karşımdaki. Biz tanışırken çocukluğu da masadaydı, henüz körpecik bir kız tanesiyken neler hissettiği ve neler yaşadığı da. Benim çocukluğum da zaman zaman masaya geliyor; şefkatini alıp gidiyordu. Bunca zamanın, böylesine aynı zaman hüzmesinde boy göstermesi çok tuhaf. Geçmiştiyse madem, geçseymiş. Hiçbir şey geçmemiş...

Yaşarken bazı ifadeler kullanıyoruz; "Onun yanında kendimi çocuk gibi hissediyorum", "İçimdeki çocuk", "Çocukluk yapma" gibi. Otuz yaşında olmanız, aynı zamanda üç yaşında bir çocuk olmadığınız anlamına gelmiyor. Bu bana termodinamiğin "enerjinin korunumu" yasasını anımsattı. Enerji yoktan var edilemeyeceği gibi var olan bir enerji de yok edilemez. Yani biz, bir kere üç yaşında olmuşsak üç yaşında olduğumuz tecrübesini yok edemiyoruz. Otuz yaşındayken aynı zamanda üç yaşındayız ve şartlar elverirse üç yaşındaki kendimiz, hemen açığa çıkıveriyor. Mesela kendimizi çok güvende hissettiğimiz yerde hemen çocuklaşıyoruz; yetişkinliğin indimizde peyda ettiği tüm maskelerden sıyrılıyor ve kısa bir anlığına da olsa minicik bir çocuk oluyoruz. Ve bunu yaparken aslında otuz yaşında olabiliyoruz? Dünyanın en yetişkin konuşmalarını serdediyor; en yetişkin şeklinde yürüyoruz şehirde fakat içimizde bir çocuk şarkı söylüyor o sırada. Hafızamıza konu olan hiçbir şeyden, hiçbir şekilde ayrışamıyoruz. Hatırladığımız kadarıyla olan-bitenle bağ kurabiliyor oluşumuz, hatırlamadığımız tecrübenin bizden bigane olduğu anlamına gelmiyor. O ki yaşandı, bizimle beraber şu an, burada. Sadece onu hatırlamamız için gereken şartlar, henüz olgunlaşmamış. Yani Gregor Samsa birgün uyanıp aniden iki yaşındaki hatırasıyla bağlanabilir. Belki bir renk, belki bir ses, bilmiyorum. Dünyalık bir vesileyle hatıralarımız, bugünkü kendiliğimiz oluveriyor.

Freud ve teorisinden en fazla etkilenen ilk nesil, tartışmasız Y kuşağı oldu. Psikoloji nesli olarak biz, evvela adına travma dedikleri yaralarımızı şifalandırmakla başladık yaşamaya. Hasbelkader ebeveyn olursak aynı yaraları evladımızda da açmayalım diye canımız çıktı ve çıkmakta. Psikoloji, bizde iyi ve güzel şeyler yaptığı gibi onulmaz bir hasar da bıraktı. Parçalanması, yapısı itibarıyla mümkün olmayan hafızamızı, "bilinçaltı"na mahkum edip parçalara ayırdık. Bu parçalara ayırma işi, dünyalı olmanın şiarıdır. Mesela bütünüyle acı çekersiniz ama apandisitiniz kesilir, o parça alınır ve iyileşirsiniz. Çektiğiniz acı her ne kadar bütünmüşse de membaı bir parçadır. Tam olarak bu noktada çektiğimiz acıyı hafıza, parçalanarak tedavi olan kısmını hatıra gibi alalım. Parçalamayı kerih bir metot olarak görmüyorum ama sadece parçalamaya hasretmememiz gerekiyor mevzuyu. Psikolojinin bıraktığı hasar budur; parçalı düşünmeyi bir esas gibi algılama zannına düşüyoruz. Kendimizi iyileştirmek için o kadar çok parçalıyoruz ki kaçınılmaz şekilde parçalalı düşünmek, bizde bir meleke halini alıyor. 

Charles Taylor'ın o tuğla gibi kitabını okuyunca dimağımda kalan tat da bu olmuştu; insanlık, paramparça olmuş ve adına sekülerleşme demişler. Parçalanmanın ne kadar Batılı ve ne kadar determinist bir şey olduğunu unutmamamız gerekiyor. Eyvallah, bu dünyada olan biten her şey parçalıdır ama bir yanıyla da bütündür. Misal bir orduyu yenmek için ordusunu parçalara ayırıp bölmek suretiyle süreci yönetiyoruz. Birgüne başlarken görevlerimizi parçalara ayırıp hitama erdiriyoruz. Bütün bunlara eyvallah. Zaman mefhumu, biz insancıklarda parçalar halinde tezahür ediyor. Aklımız, zamanı alabilmek için; onunla baş edebilmek için mecburen parçalara ayırma yolunu bulmuş. Aksi takdirde zaman, akıl almaz bir şey.

Aynı psikoloji, bu bölme hadisesini güçlü bir şekilde ifa eden insanlara disosiyatif kişilik bozukluğu, borderline kişilik örgütlenmesi gibi teşhisler koyuyor. Bu "hastalık"lara sahip olmasak da biz de birçok şeyi bölerek ve parçalayarak tecrübe ediyoruz. Yalçın Hoca Freud için "söylediklerine değil söyleyemediklerine odaklanın" demişti. Freud, neyi söyleyememişti? Öyle sanıyorum ki söylemeyi murad ettiği şeyi tam olarak anlatamadı. Ardından gelenler de peygambermiş gibi teorisini kurumsallaştırmaktan bir adım öteye gidemediler. 

Hiçbir şey yazdığımın farkındayım. Bir felsefeci olmadığım ve kimseye yekpare bir yazı ısmarlama zorunluluğum olmadığı için biraz şannslıyım. Şifahen yaşıyor ve şifahen yazıyorum. Geçmişin geçen bir şey olmadığını; bir kere kurulmuş bir bağın, bir daha asla kopamayacağını anlamak epey sarstı. Geçenlerde bir akşam; herhalde 10 yaşımdayken duyduğum bir cümlenin, bende bıraktığı tahribatı hatırladım. Oturdum 10 yaşımdaki kendimi teskin ettim. Üzerinden yirmi yıl kadar ben geçmişim ama o cümle duyulduğu yerde duruyor. Karşımızdaki insanın, sadece karşımızdaki insan olmadığını; aynı zamanda küçük bir çocuk, dünyevi bilgileri henüz öğrenmekte olan bir ergen, birkaç yıl önce yanılan, zaman zaman zafer kazanan, kayıplar yaşamış ve defaatle ölmek, defaatle yaşamak istemiş bir insan olduğunu ayne'l yakin bilmek, yaşamak işini bambaşka bir renge bürüdü. Şimdi diyeceksiniz ki bunu yeni mi öğrendin. Evet hazretim yeni hatırladım ve hatırladığım andan itibaren içimden merhamet taşıyor. Merhamet duygusunu taşımakta hiç bu kadar yorulmamıştım. 

Geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde tasnif edilen zaman hüzmeleri, muteber olmaktan çıktı. Hiçbir sadra şifa olmadığı da aşikar. İnsan bir bütündür, zaman tek bir andır. Dünyaya düşmek de bu "bütün"ü ve "tek bir an"ı unutma gafletinden başka bir şey değil. Velhasıl, insanlığın başına gelen en büyük lanetin "zaman" olduğunu ileri sürüyorum. Zira zaman; bizim irade, farkındalık, istidat demek suretiyle tanımaya çalıştığımız hasletlerin yegane sebebidir. Ve dünyaya düşmenin halt etmesidir. Hani ahireti tarif ederken hep "orda zaman farklı akar" deniyor ya, bu da bir yanılgı. Zamanın olmadığı bir denklemi tahayyül edemediğimiz için mecburen böyle söylüyoruz. Zavallı insan aklımız, ancak "orda zaman farklı akıyor" diyebilecek kadar kendini aşabiliyor. Herhalde "dağa taşa teklif etti ama kabul etmediler, insana teklif etti ve insan kabul etti" dediği emanet bu olsa gerek. Zaman...

Ayrıca, bugün bir kez daha "tevhid" öğretisine hayran kaldım. İnsanlık tarihinin idrak edip edebileceği en muhteşem mefhum tevhiddir. Bu öğretiyi kurumsallaştırdığı için Rasulullah'a minnettarım. Eğer ilme'l yakin biliyor olmasak fetret ehlinden olmamamız işten değil. En kötü ihtimalle ilme'l yakin öğrendiğimiz tevhid inancının, mana itibarıyla ne menem bir şey olduğunu anlama çabasına erişebildik. Bunu bilmesek anlayamaz, anlayamasak idrak da edemezdik. Teşekkürler peygamberim, iyi ki bu kadar zahmete girdin, aksi takdirde 2025 hıristiyan takviminde bloğuna yazı yazan bu kızcağız kafayı yerdi. Şahsen ben, herhalde intihar ederdim. Hâlâ yaşıyor oluşumu evvela tevhid inancına ve haziran ayında tütmeye başlayan yaseminlere borçluyum. 

Yazıyı, Sisifos'a selam ederek bitirmek isterim. Mütemadiyen taşımakla lanetlendiği o yüke, sonsuz bir merhamet duyarak... Hoşçakalın. 











Yorumlar

Popüler Yayınlar