KATİL KİM?



Her yıl, periyodik olarak ülkenin gündemini teşkil eden kronik başlık: sansasyonel bir kadın cinayeti. Sansasyonel ibaresini hassaten tercih ettim çünkü içinde sansasyon barındırmayan nice kadın cinayeti, ülkenin gündemine değmeden memleketin herhangi bir yerinde kendi kendine vuku bulmaya devam ediyor. Postmodernizmin gölgesinde büyüyen ve Tiktok marifetiyle iyice bir kimliklenen tüketim kültürünün raconu bu; görünmek için beraberinde bir sansasyon yaratman gerekiyor. Bir kıyafeti olduğu gibi fitcheck yapman yetmiyor; absürt, saçma ve dolayısıyla akılda kalıcı bir şekilde sunman gerekiyor. Tek başına öldürmen yetmiyor, sansasyonel bir şekilde öldürmen gerekiyor. Dikkatlerin, iyiden iyiye 7 saniyeye düştüğü bir çağdayız. Pazara gittiğimizde istiyoruz ki pazarcı, önünden geçip gittiğimiz o birkaç saniyede dikkatimizi alsın, bize de karşılığında dopamin versin. Dikkatimizi satın alıp karşılığındaysa illüzyonist bir mutluluk satması için pazarcının, akıl almaz bir şekilde saçmalaması ve bizlerde yer eden şemaları olabildiğince sarsması gerekir. Pazarcı yapması gerekeni yapıyor. 

Geçenlerde bloğumda "Bırak incel'diği yerden kopsun" başlığıyla bir yazı yazdım. Bu başlığın kerameti, Türkiye'nin bir haftadır gördüğü ve ancak bir haftadır konuşmaya başladığı incel örgütlerine işaret etmesinden gelir. Erkeklerin arzu nesnesi olma potansiyelini haiz ve fakat kendini o arzuya nesne kılmayan bir kadınsan kaçınılmaz bir şekilde incel nefretiyle tanışmış oluyorsun. Biz kadınlar, yıllardır onların ürkünç nefretiyle yaşarken güzel ülkemiz bunların kim olduğunu ilk kez görmeye başladı. Hamdüsenalar olsun ne diyim. 

Bu yazının ana arteri, patriyarka ve incellere yönelik mevcut gözlemlerimin sosyolojik bir analizini yapmaktır. Feministlik iddiası taşımadığım gibi erkek düşmanlığı okumak isteyenlere de hitap etmeyeceğim. Hatta gelin, hükümet ve muhalefet bağlamında da konuşmayalım. Zira bu konu, üzerinde siyasi ayrışma lüksümüzün olmadığı, toplumsal ahlakın ana arterlerini oluşturan kallavi bir konu. Yozlaşma, ne 100 yüzyıllık Cumhuriyet'le başlıyor ne de 20 yıllık Ak Parti iktidarıyla bitiyor. Sansasyonel hadiseler akla hitap etmez, yüksek bir duygu peyda eder, haliyle sansasyonlarla bir perspektif kazanamayız. Sansasyonları ve onlardan mülhem peyda olan dopaminik duyguları bir kenara bırakıp meseleye olgusal yaklaşalım istiyorum. Ne cinsiyetlerimiz ne de siyasi pozisyonlarımız marifetiyle ayrışmayalım... 

Devir çok bozuldu, eskiden böyle şeyler olmazdı, gençlik iyice yoldan çıktı, uyuşturucu kullanımı arttı, eskiden bu kadar yoktu şimdi her yerde... Müsadenizle herkesin diline pelesenk olan bu dolgu isyan naralarına katılmıyorum. Biz 90'lar nesli olarak eski Türkiye'nin halipürmelalini hatırlıyoruz. Eski Türkiye'de uyuşturucuya erişmek son derece kolaydı, birçoğumuzun uyuşturucuyla ilk karşılaşması 6. sınıf, okul bahçesi. Birebir temasın olmasa bile kimlerin uyuşturucuyla irtibatı olduğunu bilirdin. Gizli bir konu değildi bu aksine kullancılarının, gururla kimliklendikleri serseri bir kazanımdı. Yılda birkaç kere mahallede "satanistler geldi" vaveylası kopardı. Normalde kendi kendimize okuldan çıkıp eve giderken satanistler kedi kesme ayini icra ettiğinde annelerimiz gelirdi bizi almaya. Birkaç gün ortalık sakinleyene kadar velilerimizin refakatinde gider gelirdik. Satanistler kedileri ve kedi gibi doğrayabildikleri küçük kızları severdi. Bir de metalik, siyah ve anormal giyinmeyi. Lise çıkışlarında döner bıçaklarıyla mevzular olurdu, kan dökülmüş bir okul çıkışı görmek normalimizdi. Sokakta yürümek, şimdikinden daha güvenli değildi. Adım başında baliciler olurdu. Örnekleri arttırmaya gerek yok. Tatlısu muhaliflerinin, ah eski Türkiye diye kolektif başarılarımızı anarak güzellemeler yaptıkları vakit, toroslarla dönen faili meçhulleri hatırlatanlar olarak biz, eski Türkiye'yi gayet iyi hatırlıyoruz. Bir üst jenerasyona gittiğimizde öğrenci olaylarını görüyoruz. Onlar da pek konforlu ve masum bir gençlik yaşamamış belli ki. Siyasi görüşün hasebiyle devletle kan davalık olmak, yetmedi milletin bir kısmıyla kan davalık olmak, dünyanın en büyük hukuk suçunu işlemişsincesine yekinen politik blokajların muhatabı olmak, apolitik olmanın aşağılandığı ve bir taraf olmayanın bertaraf olduğu sosyal bir gerçeklikte büyümek... Hiç de şimdikinden daha kolay görünmüyor.

Orhun Anıtları'nda "gençlik çok bozuldu" gibi bir ibare var. Demek ki bu gençlik denen şey, bir öncekilere göre hep bozuk. Bir sonraki nesli tahkir etmek yerine şöyle diyelim mi; toplumun, her zaman bir anomi ihtiyacı var ve mahiyeti değişse de anominin varlığı sabit kalıyor. Bu anomi, üç nesil önce ideolojiyken bizim neslimizde kadın hareketi oluyor, şimdi de kadın cinayeti ve patriyarka. Buradan bakınca kendini bir halt zannetmeyebiliyorsun. Sen de gençken sana bozuk denildi, şimdiki gençler büyüdüklerinde de peşisıra gelenlere bozuk diyecek. Beraberinde sayısız psikopatoloji getiren jenerasyon kayması, işte böyle bir şey. Bunu kanıksayıp kendimizi en kıymetli, en akıllı, en ahlaklı ve en faydalı nesil addetme gafletini bırakalım. O kadar akıllı ve ahlaklıydıysan neden senden sonra gelen nesli suvarmadın? Neden aklını ve ahlakını kendine sakladın? Ne ektin de ne biçiyorsun? Demem şu ki birbirimizi jenerasyonlara, siyasi ideolojilere yahut cinsiyetlere bölüp ayrıştırmayalım. Hiçbirimiz, ilk taşı atacak günahsızlıkta değiliz. 

Her devrin patolojisi farklı olur derken "her devrin bir patolojisi olur" da demek istiyoruz. Kadın cinayetleri, inceller gibi anomilerden bahsettiğimize göre bu devrin patolojisi, senkretik bir şekilde kültürümüze yerleştirilmeye çalışılan bireysellik ve bunun zeminini teşkil eden modernizmdir. Bizler bir taraftan birey olmaya çalışırken diğer taraftan sadece kadın ya da sadece erkek olduk. Modernizmin huyu böyledir; insanı kimliklerine ayrıştırır, parçalar ki yönetmesi kolay olsun. Ferdlerin birbirleriyle bağlarını koparır, böylece tek başına, yalnız bireyler olmasını sağlar. İnsanlar tek başına kalsın ki paraya ihtiyacı olduğunda bir eşe, dosta değil de bankaya gidip kredi çeksin. O halde parçalamak, ayrıştırmak, tek başınalaştırmak, bütünlüğün bozulduğu yekpare kimlikler peyda etmek ve bireyi, o yekpare kimliğin asker-kölesi haline getirmek modernizmin gölge yanıdır diyebiliriz. Sadece erkek olabilirsen şayet, sadece erkekliğin çıkarını; sadece kadın olabilirsen de kadınlığın çıkarını gözetmek zorunda kalırsın. Bunu yaptığında default şekilde ötekinin çıkarlarını gözden çıkarmış, adalet ilkesinin köküne dinamit döşemiş olursun. Bugün kadın cinayetlerinden bahsederken tek bir parametreyle yaklaşmak bizi, asla sonuç almayacağımız kısır bir müzakereye hapsetmenin ötesine geçmez. Ne oldu da asırlardır iş bölümünü sürdüren bu iki cinsiyet, birbirine düşman oldu? Eskiden devletler birbirine karşı savaşırdı, Birinci Cihan Harbiyle birlikte devletlerin sınırları nisap miktarına ulaştığına göre insanlığın savaş ihtiyacını farklı şekilde tatmin etmesi gerekiyordu. Böylece düşman, sınırların içine ve hatta evimizin içine kadar girdi. Bugün iyice sağaltılmış kadın-erkek düşmanlığının nasıl bir ihtiyacın ürünü olduğunu gözden kaçırmayalım. Bunun için feminizmi yüceltmek yetti. Nitekim feminizmin sonuçlarından bazıları red pillciler ve inceller oldu. Buyrun cenaze namazına.  

Kutsal kitapların da kendisine mütemadiyen konu edindiği sapkın insanlar; Semih Çelik ve Cem Garipoğlu'yla başlamış değil. Sapkın insan, insanlık tarihi boyunca vardı. Sapkın erkekler eskiden vardıysa neden bu kadar görünür olmuyordu? Her ailede bir embesil, sapık yahut vasıfsız bir adam vardır. Bu embesil, dürtülerini kontrol edemediği ve kendi çabasıyla herhangi bir muteber kimlik edinemediği için her toplum için silik bir risk faktörüdür. Küçük bir kız çocuğuna tecavüz etmeyi arzulayabilir, dedik ya dürtülerini kontrol edecek bir muhakeme yetisine, bunu yapabilecek bir istidata sahip değil. Fakat dürtülerine konu olan sapkınlığı, küçük çevresinde yapan kimse olmadığı için yapma cesaretinde bulunmaz. Süreci akıl edemeyebilir evet fakat korku, aklın değil çoğunlukla duyguların konusudur, aklı olmasa da duygusu ve dürtüsü var, korktuğu için yapamaz. Elbette bu cehalette ve embesillikte olmasına rağmen dürtülerini eyleme dökecek ahrazlar gördük, duyduk. Fakat aile içinde kalır ve o embesilin varlığından doğacak sorunlar, küçük toplumdaki diğer bireyler tarafından sübvanse edilir. Fakat ekseriyetle zaten toplumda hiçbir vasfı olmayan bu embesil, bu kadar vasıfsızlıkla bir de dışlanırsa başına gelecekleri bilemediği için pasif kalma temayülündedir. Belki iki çocukla dul kalmış bir kadınla evlendirilir. Haliyle kamuoyuna mal olmaz. 

İnternetin, sistemin kılcal damarlarına nasıl işlediği üzerine yeterince muhakeme edebilmiş değiliz. Şimdi bu embesilin eline internet verildi. Kendisiyle aynı embesillikte, aynı kimliksizlikte ve aynı dürtüsellikteki muadillerinin olduğunu öğrendi. Böylece yalnız ve sorunlu olduğu kanaatinden kurtulmuş, sapkınlıklarına meşru bir zemin oluşturan incel örgütünün bir parçası olmuş oldu. Küçük çevrenin güdümünden sıyrılıp odasında, bilgisayarın başına kitlendi. Kimlik edinebildiği tek yer, dijital de olsa kendisiyle ünsiyet kurabildiği diğer incel ağaları oldu. İncellerin internet aracılığıyla örgütlenmesi, içlerinde sessizce büyüttükleri sapkınlarına bir meşruiyet kazandırmakla kalmadı, bendelerine tahsis ettiği kimliğin bir sonucu olarak dijital bir terörizm ortamı yarattı. Örgütlenmek, müsbet konularda makbul görülürken menfi konularda tahkir ediliyor. Toplumun bir kısmı işçi hakları için örgütlenirken bir kısmı da kimliksizliklerine kimlik devşirmek için örgütleniyor. Nihayetinde her iki kesimin de yaptığı şey, örgütlenmekten başka bir şey değil. Örgütleri konuşmakla faydasız bir randevuya çıkmış oluyor; örgütlenmeye sevkeden sebepleri ve süreçleri görmezden geliyor, haliyle çözümden de mümkün mertebe uzak düşmüş oluyoruz. 

İnceller bir örgüt ve bu örgüte mensup olmak, kendilerine bir kimlik tevdi etmiş oldu. Şüphesiz her kimliğin toplumsal bir tezahürü olur. Bir kimlik yaratmak için evvela bir düşmana ihtiyaç vardı ve bu noktada feminizm, asırlardır süregelen bagajıyla birlikte yanıbaşlarında duruyordu. Düşman belli; kadın. Eğer kendiliğinden menkul bir şahsiyetiniz yoksa yarattığınız ötekiler üzerinden kimlik devşirir, devşirdiğiniz bu üretilmiş kimlikleri de şahsiyet addedersiniz. Bu örgüte göre düşmanla sıcak savaşı göze alan ve erkekliğin sancağını taşıyan kendileriydi. Bir arada oldukları için de bu zann, gittikçe konsolide oluyor ve kurumsallaşıyordu. Semih Çelik, o kurumsallaşmanın sonuçlarından sadece biri. 

Patriyarka ve feminizmin asırlardır süren kıran kırana mücadelesi, görünürde kadınların lehine sonuçlandı. Bugüne geldiğimizde erkeklerin yapıp kadınların yapamadığı tek şey tecavüz. (Strapon gibi seks oyuncaklarıyla bu meziyet bile simüle ediliyor, girmeyelim hiç). Yani erkeğin yapıp kadının yapamadığı hiçbir şey olmasın diye asırlardır verdiğimiz savaş, görünürde feminizmin büyük bir zaferi olarak nihayete eriyor. Patriyarkayla verdiğimiz ekonomik iş bölümü mücadelesinde aksiyomatik bir zafer edindik, keza kamusal alandaki görünürlük noktasında da aynı şekilde. Tır da sürüyoruz artık, vinç de kaldırıyoruz. Bazılarımız partnerinden daha yüksek maaşlar alıyor. Aldatma hakkını da paylaşır olduk; eskiden sadece erkek aldatırdı, son araştırmalar gösteriyor ki bu müsabakada da erkekleri geride bırakmamıza ramak kaldı. Biz kadınlara, erkeğin yapıp kadının yapamadığı bir şey gösterin, iki nesle kalmadan halledelim. 

Patriyarkanın tecavüz dışında elinde kalan ikinci bir silahı da şiddet. Artan kadın cinayetleri ve fiziksel şiddet haberlerini gördükçe patriyarka can çekişiyor sonucuna varmak kaçınılmaz. İktidarını yitiren bir monarkın, giderek canileştiği gibi. Elindeki son ve en primitif silahlara kadar düşmüş: kas ve penis gücü. Kadında olmayan iki şey... Yani artık masada savaşmıyoruz; şirketlerdeki iş bölümlerinde, kamusal alandaki görünürlükte, medyadaki kimliklenmekte... Sistemin her bakımdan en muhatap aldığı cinsiyet, kadın olmuş durumda. Biz kadınlar olarak soğuk savaşı kazandık, sıcak savaşta ise patır patır ölüyoruz. Kas ve penis gücüyle saldıran düşmanın karşısında, akıl ve zeka oyunlarıyla yahut zayıf noktaları olduğunu varsaydığımız güzelliklerimizle çatışamıyoruz. İşi, kasını ve penisini kullanmaya vardıran adam, güzellikten de gözyaşından da etkilenmeyecek kadar domuzlaşmış oluyor. Elhak işbu raddeye gelmeden bir şeyler yapılmalıydı. Zira işbu raddeye gelince gafil avlanıyoruz. 

Devir çok değişti, şimdiki gençler sapkın demek, sorumluluktan kaçmanın en kolay yoludur. Bu devrin şekillenmesindeki payımızı unutmadan; kendi devrimizi idame ettirirken karşılaştığımız zorluklar ve onlarla mücadele ederken verdiğimiz zaiyatları unutmadan; bizden sonra gelen neslin hiç yoktan vizyonlarını şekillendiren bir dinamik olduğumuzu unutmadan taşın altına elimizi koymalıyız. Pozitivist bir okur, faturayı feminizme kestiğimi çıkarsayacaktır fakat hayır, feminizme fatura çıkarmıyorum. Feminizm, arzu ettiği toplumsal sonuca ulaşamadığı gibi karşılaştığı reel politik sonuçlara cevap ve çözüm üretmekte yetersiz kaldı. Kendisinden medet ummayı bırakmamız gerektiği gibi feminizm marifetiyle edindiğimiz erkek cinsiyetini demonik bir kisveye bürüme pratiğini de bırakmalıyız. Bu erkek çocuklarını, leylekler cehennemden getirmiyor. Her biri bir kadından doğup bizim çocuklarımızla aynı okul sıralarında yetişiyor.  

Kadın cinayetlerini iktisadi bir sebebe indirgemek gerçekdışı. Semih Çelik ve Cem Garipoğlu, aynı ekonomik sınıfın meskunları değildi. Bu iki örneği yahudi lobisine indirgemek de gerçekdışı. Semih de Münevver Karabulut ve İkbal Uzuner de yahudi değildi. Satanizme indirgeyecek olsak geri kalan tüm maktül ve katilleri, satanizm potasında eritemez buluruz kendimizi. Bu katliamları, devşirme bir nedene indirgemek de üzerine konuşması son derece basit olan ideolojik bir denkleme hapsetmek de kolaya kaçmaktır. Sosyal bir çürüme varsa zikrettiğimiz bu sebepler, bu sosyal çürümenin olsa olsa minimal bağlamlarından bir ya da birkaçı olacaktır. 

Semih'ten sonra linç kültürü bildiğimiz gibi kendine düşeni yaptı. Birileri çıkıp potansiyel katil olan incelleri ifşalamayı kendine görev edindi. Hatta bu uğurda toplumsal bir ifşa örgütü oluştu twitter'da. Fişlemeler, hakaretler gırla. Birileri bu saikle vicdan mastürbaysonunu yaptı ve halkın kahramanı oldu. Sizce bu yöntem, sadra şifa olacak mı? Bunun yerine; toplumda nükseden bu olgunun nedenlerine inelim, cinsiyetlere yüklenen vizyon ve misyonlar arasındaki alma-verme dengesinin içine ettiğimizi kabul edelim, bu içine etme hadisesini hangi araçla ve hangi sebeple yaptığımızı dile getirelim, usul nerede çatladı, yemeğe hangi ara kan damladı? Ötekimizi suçlamadan bu sorulara cevap arayalım. Feminizmin peyda ettiği erkek nefretiyle incel'lerin, yetersizlikleri üzerine yekindirdiği sapkınlıklarına meşruiyet zemini yarattıkları örgütleri arasında belki de pek fark yoktur? Mevcut sonuçtan hepimiz rahatsızsak bu sonucu oluşturan süreci hepimiz oluşturmuşuzdur. Bu süreci hepimiz oluşturduysak iyileştirmek de her birimizin borcudur. 

Biz kadınlara düşen görev; feminizmin bizlerde peyda ettiği ideolojik savaşın tortularından arınmaktır. Erkekleri, mücadele edilmesi gereken bir düşman olarak görmek yerine meziyetleri doğrultusunda tanımlanması gereken yerde istihdam etmeliyiz. Ellerinden tüm kimlikleri alarak tamamen yetersiz, gereksiz ve vasıfsız bir koordinata ittik, sonuçlarının ceremesini çekiyoruz. Kızkardeşlik olgusunu, feminizmin ideolojik tasallutundan kurtarıp gerçekten de kız kardeşlerimizle her an irtibat halinde olmalıyız. Meğer "nasılsa biliyorlar" sandığımız şeyleri bilmiyorlarmış, nasılsa böyle yürürler dediğimiz şekilde yürümemişler. Kaçırdığımız bir şey var; biz annelerimizi ve mahalledeki ablalarımızı görerek büyüdük. Yani bizim şekillenmemiz, ekseriyetle sosyal çevre marifetiyle oldu, olabildi çok şükür. Bu kızların ise ellerinde internet var. Dünyanın her yerinden, her türlü insanından etkilenmeye açıklar. Sadece bizi görmüş olsalardı iş bu kadar kontrolden çıkmazdı. Evet biz kadın kimliklerimizi sosyal bir öğrenmeyle toplumdan doğal bir şekilde tedarik ettik, edebildik fakat Z kuşağının kadınları, bu doğal süreçten mahrum bir dünyaya doğdular. Söz gelimi Ayşenur Halil'in her hafta Semih Çelik'in evine gittiğini, oğlanın anne ve babasının evde olmadığı o saatte birlikte vakit geçirdiklerini, Semih'in babasına söylediği "Ayşenur evde, sakın gelmeyin" direktifinden de cinsel bir münasebette oldukları çıkarsanıyor. Bu olgudan aynı zamanda, ablaları olarak Ayşenur'un kendisini o bağlama düşürmemesi gerekliliğini öğretemediğimiz sonucu çıkıyor. Suçu kadında mı arıyorsun diye tetiklenmeyin, Ayşenur'u suçlamıyorum. Güvenilecek insanları ayırt etme muhakemesini öğretemediğimiz, o adama gitmesine sebep olan süreçleri okuyamadığımız, Ayşenur'un beklentilerini görmediğimiz ve dolayısıyla yapılması gerekeni yapmadığımız için kendimizi suçluyorum. 

Art arda gelen kadın cinayetlerin ardından feminizm yeni bir slogan üretti; "kızını koruma, oğlunu eğit". Görünürde haklı olsa da safsatik bir slogan. Feminizm, görünürde zaten hep çok haklı fakat belli ki derinlere indiğimizde büyük bir tahribat bırakıyor. Sadece kadınların kişisel gelişim ve kazanımlarını merkeze aldığımız takdirde toplumun geri kalan kesimini teşkil eden erkekleri, bile isteye ve hatta büyük bir çaba sarfederek paranteze almış oluyoruz. Herhangi bir cinsiyetin paranteze alınmadığı bir denklem mümkün. Nasıl erkeklerin çıkarlarını merkeze almak suretiyle kavşayan patriyarkanın karşısında durduysak aynı şekilde kadınların çıkarlarını merkeze almaya da karşı çıkmalıyız. Merkez boş mu kalıyor? Hayır, merkeze; cinsiyetlerimizi değil ürettiklerimizi, söyleyenleri değil söylenenleri, statüleri değil görev tanımlarını ve yapılması gerekenleri almayı öğrenmeliyiz. 

Bu kapsamda erkeklere düşen görev de asırlardır aşamadıkları narsistik kırılmayı, artık bir zahmet  aşmalarıdır. Kadınların kendilerine hizmetçi olarak tanımlanmadığını, tüm beklentilerini karşılaması gereken yapay zekalar olmadığını idrak etmeleridir. Sözde kanıksadığınızı beyan etseniz bile ara ara nükseden bilinçdışınızda, meseleyi hiç çözemediğinizi anlıyor ve size güvenmekten korkuyoruz. Kamusal alandaki safları terk etmeyişimiz bundan. Siz o narsistik kırılmayı yaşayıp kadınlardan üstün olmadığınızı kanıksamadığınız sürece bitmeyecek bu savaş. Zira biz, kadın hareketinin iki asırlık mücadelesini sümen altı edip merkeze ataerkinin çıkarlarını oturtmaya dönmeyeceğiz. Kamusal alanda güçlenen kadın kimliği ve onun sekonder getirileri karşısında kompleksif hezeyanlar yaşamaktan ve bu hezeyanlara, şeriatın tozlu raflarından nasslar devşirmekten vazgeçmeniz gerekiyor. Dünya aynı dünya değil, haliyle hukuku da asr-ı saadet'ten getirdiğimiz nostaljik bir hukuk sistemi olmayacaktır. Olması gerektiği yönünde diretebilirsiniz fakat bu direncin bedelini, bizler ölerek sizler de mutsuz ve kendinden nefret eden bireyler olarak ödemeye devam edersiniz. 

Cinsiyetlerden kişiliklere, kişiliklerden şahsiyetlere, şahsiyetlerden ilkelere gitmemiz gereken bu yola girmeliyiz. Cinsiyet ayırmeksizin her birimizin yegane amacı, o ilkelerin tahdisi ve bu ihdas neticesinde nesillerimizin güzelleşmesi olmalıdır. Rıza-ı İlahi, sizin zannettiğiniz gibi artık sadra şifa olmayan şer'i ahkamın tebyin ve tekvininde değil; güzel ahlakın bir neticesi olarak benimsenen ilkelerin hakim olmasındadır. Nitekim adalet, hukuktan çok daha önemlidir. Böyle bakıldığında hukukun, adaleti tahsis etmek üzere kullanılan araçlardan sadece biri olduğunu görürüz. Hukuk bir araç ve adalet bir amaçsa şeriat, yegane amaç olarak kalabilir mi? Bir akıl tutulması yaşamakta ve bu tutulmada diretmektesiniz. Bu uğurda direttiğiniz düzen, kadınlara adalet tahsis etmedi. Rabb'in kendisine de verdiği adalet hakkını talep eden kadın, bittabi sizin şeriatı kalkan olarak kullandığınız cinsiyet kazanımlarınıza su taşıyacak değil. Keşke yeteri kadar adil olabilseydiniz de iş incel örgütlerine ve kadının, üç kuruş kazanıp kimseye muhtaç olmamaya mahkum olduğu bir sosyal düzene evrilmiş olmasaydı.

Beyler... Yaşamanız gereken bir narsistik kırılmanız var. 

Kızlar, kılıçları indirin, merhametle büyütmemiz gereken oğullarımız var... 

Yorumlar

Popüler Yayınlar