Grace Sendromu
Lars von Trier... bu apansız ruh hastamızın, insanlık tarihine salık verdiği magnum opusundan bahsetmek istiyorum; Dogville.
Tiyatral, uzun ve muazzam derecede sıkıcı, yavaş ve tekrar edeyim muazzam derece sıkıcı bir başyapıttan bahsediyorum. Muhtevası bu denli sıkıcı olduğu ve tüketim ağlarına hitap etmesi adına bir yazı yazmak istediğim için filmden bahsetmeyeceğim. Bunun yerine Grace'i dünyaya, hepimizin gündelik hayatlarına indirip Lars'ın ne kadar muazzam bir iş çıkardığına dair hayranlığımı yineleyeceğim.
Ben Dogville'i izlediğimde henüz 20'lerimin başındaydım. İlk izlediğimde sadece içim huzursuz olmuştu, Lars zaten böyle bir adamdır, Ali Şeriati ve bilimum entelektüel zihinler gibi sizi rahatsız etmeyi görev bilir kendine. Çok da iyi başarır bunu, Lars'ı izleyen herkes mütemadiyen rahatsız olur. Adını ilk izlediğimde koyamadığım o rahatsızlığa, daha sonraki yıllarda Garce Sendromu diyecektim.
Modern psikolojinin narsizm dediği lanet, iki yüzlü bir madalyon gibiydi ve biz yıllarca madalyonun sadece bir yüzüyle temaşa etmiştik hastalığı. Sahneyi seven bencil ve başkalarına varlık alanı tanımayan orantısız narsistleri hepimiz ama hepimiz çok iyi tanıyorduk. Sahne narsistleri, kendilerinden başka kimsenin ışığı parlasın istemez ve bunu sıcak savaşla yaparlar. Ayağını kaydırır, elbiseni yırtar, bir demeç vereceksen kağıdını parçalar vs muhakkak somut bir kötülükle dışavurur narsizmini. Bunları fark etmek de kolaydır, fark ettikten sonra mücadele etmek de. Fakat Grace Sendromu'nun bu türle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Çok zorlarsak Grace'in tekevvünündeki bir sebep olabilirler, hepi topu bu olur.
Bir de madalyonun öbür yüzündeki narsistler var ki bunlar gözle görülmez, kulakla duyulmaz, akılla ifham edilmez, kalple idrak edilmezlerdir. Bunlar ancak birbirleri tarafından tanınabilirler. Yani Grace'ler, birbirini görür görmez tanır; ne yaptıklarının bal gibi de farkındadırlar.
İnsanlık öğretisi, her ne kadar cephede aksine tezahür ediyorsa da her daim iyiyi, güzeli ve doğruyu öğütler. Kötülük kavramını düşünmenizi istiyorum; aklınıza gelebilecek en büyük kötülüğü düşünün. Bunun sizinle ilgili olmasına da gerek yok, tarih boyunca bilip bilebileceğiniz bütün kötülükleri ve onları yapan insanları düşünün. Bu kadar ayan beyan olmalarına rağmen kötülüğün, bugün insanlık tarihinde aksiyomatik bir kabul haline gelemediğini görceksiniz. İnsanlık tarihinin kazananı, her zaman iyilik ve iyi insanlar olur. Kötülüğün makbul görüldüğü, tavsiye edildiği ve kurumsallaştırılarak topluma empoze edildiği aleni bir bağlam insanlık tarihi boyunca vuku bulmamıştır. Bu, kötünün olmadığı anlamına gelmiyor; vardır fakat sancak ve insanlık ideali, her zaman iyi argümanına yaslanıp beyaz renkte olmalıdır. Kapitalizm için sadece var olmaklığıyla tarihin en büyük kötüsü diyebiliriz fakat o bile, tüm amaçlarını iyilik kisvesine bürümek ve bizlere öyle satmak zorundadır. Kötülüğümüzü ve mutsuzluğumuzu istediğini alenen söylemez aksine pazarladığı her ürün ve olguyla bizi iyi ve mutlu hissettirmeyi taahhüd eder. İşbu kapitalizm bile böyle yapıyorsa iyilik, insanlık tarihi için aksiyomatik bir kabuldür diyebiliriz ve bunu söylerken safsata yapmış olmayız. Söz gelimi hiçbir filozof kötülüğü meşrulaştırmaz, Kant'ın günün sonunda yaptığı şey pek iyi olmasa da yapmayı iddia ettiği şey iyidir. Hannah, kötülüğün sıradanlığını kendisine sorun ederken bunda bir beis görmeyiz fakat iyililiğin sıradanlığını anlatmaya kalksaydı yine bir kötülükten bahsetmiş olurdu. İnsanlık tarihinin kaydına değen her zihin, iyiliği öğütler; mevcut sorunların üstesinden gelebilmenin yegane yolunun da iyiliği, birbirimizin hayatlarında tahkim etmekten geçtiğini hatırlatırlar. İyi olan kazansın deriz, iyilik mutlaka kazanır deriz, hasbelkader karşılaştığımızda "iyi misin?" diye sorarız. Aksiyomatik kabul demem bundandır; biz insanlar, iyiliğe teşneyiz ve aynı şekilde hayatlarımız da iyilik ideali tarafından şekillenmektedir. Atmış bin yıldır, kolektif insanlık tarihi hafızası, bu konuda ziyadesiyle hemfikirdir.
Peki bu iyilik ideali, iktidar ilişkisi kurmak için bir aparat haline getirilemez mi? Yani toplum nezdinde makbul olan iyi olmaksa toplum nezdinde makbul olmak için iyi olmaya çalışmaz mıyız? İyi olan kazanacaksa kazanmak için iyi olmaya çalışmaz mıyız? İyiliği gerçekten özümsediğimiz için mi yapıyoruz yoksa yapılması gerektiği için mi? İyi bir insan mıyız yoksa iyilik yapmaya çalışan, iyilik yapması gerektiğine ikna edilmiş biri mi? Çok iyi bir yapay zekamsı insan çıkıyor ufaktan. Size de öyle gelmedi mi?
Grace, dünyada iyilik namına aksiyomatik olarak kabul gören ne varsa onun neferliğini yapmayı kendine iş bilmiştir. Her zaman en iyi, en doğru, en güzel, en yardımsever, en paylaşımcı, en ince düşünceli, en en en... olmaya endekslemiştir hayatını. İyilik, Grace için hayatını uğruna hibe ettiği kutlu bir idealdir. Herkese karşı, her durum ve koşulda iyi olan, günahsız iyilik savaşçısıdır Greace. Bir ihtiyacınız olduğunda aramanız gereken ve aradığınızda geleceğinden en şüphe duymadığınız insandır. Şayet dünya meşgalesinden yardımınıza koşamamışsa yetersizlik hissedecek olan yine kendisidir. Grace, iktidarını en iyi olmaklığıyla kurar ve bunun sahne narsistlerinden pek de farkı yoktur. Her durum ve koşulda iyi olan, hiçbir durum ve koşulda iyi olamaz diyebiliriz ve bunu söylerken de safsata yapmış olmayız. Demek ki iyilik, böylesine fütursuzca sahneye hakim olması gereken bir şey değil. Peki buna rağmen neden iyilik sahnede, insanlık tarihi boyunca sancağını taşıdı ve aksiyomatik hükümranlığını bir kere bile devirmek isteyen çıkmadı?
Siyahın ve beyazın, iyinin ve kötünün ölesiye harman olduğu bir dünyadayız. Öyle ki İslam'ın Tanrı'sı, işi biraz daha abartıp adına tevhid demiş; ayrıştır ayrıştırabilirsen :) Tanrı'nın buradaki kodlamasını iyi okumak lazım, dünyanın özü tevhiddir derken dünyayı yarattığımda bölmeler kullanmadım demek istiyor. Siyah ve beyaz dediğimiz ayrışmaysa birbirine rağmen'dir. Yani beyaz olduğu için siyah var olur; kötü olduğu için iyi var olur. Öyleyse biri diğerinin aksi değil de bizatihi varlık sebebidir diyebilir miyiz? Böyle dersek mantıksal olarak yine safsata yapmamış oluruz. Kainatta şahit olduğumuz her şey, kendisinden gayrı tüm mevcudatın varlık sebebidir tevhide göre. Her şey birbiri için vardır; her hareket birbirini etkiler; her insan, ötekinin aynasında kendisidir. Öyleyse bir insanın varlığından ve yapıp etmelerinden rahatsız olmuşsak dönüp kendimize şunu sormamızda bir beis yoktur "kendime dair neyi sezdim de bu kadar rahatsız oldum?" Eğer rahatsız olmuşsak o şeyin şehre indirilecek bir masumiyette olmadığı da aşikardır. Demek ki bir ayıbımızı, bir noksanlığımızı, süfli bir duygumuzu gördük o insanda ve görür görmez rahatsız olduk. Rahatsızlığımızın boyutu ne kadar büyükse karşımızdaki aynada gördüğümüz o şey, bizde o kadar yoğun ve güçlü bir şekilde vardır. Aynalarımızı efektif kullanırsak akşam eve gittiğimizde kendimizi biraz daha büyütme fırsatımız olabilir. Bununla beraber, tevhidden anladığım; kötülük ve karanlık da her insanda farklı tonlarda mündemiçtir. Demek ki yeteri kadar dürüst olabilsek her daim iyilik iddiasında bulunmaktan vazgeçebiliriz. Zira kötü ve karanlık yanın varsa ki mantıksal olarak vardır dedik; o halde her an, iyi ve aydınlık bir terennüm olman söz konusu olamaz. Şu halde biz hem iyi hem kötüyüz; hem karanlık hem aydınlığız. Mesele, bunlardan birini diğerine galebe çalıp diğeri tamamen yok olmuş gibi yaşamak değil de ikisi arasındaki müsabakayı takip edip dürüstçe hangisinin kazandığını seyretmek olabilir mi? Bazen kötülük kazanır, hep iyi olduğuna inandırmışsan kendini, o bazen'de kötünün kazandığını görmezsin. Görmemek, yozlaştırır; mutlak surette görmemek, mutlak surette yozlaştırır. Hangi takdirde iyi kalabiliyor ve hangi surette iyiliğimiz zıvanadan çıkıyor diye kendimizi didik didik ama dürüstçe takip etmemiz gerekiyor.
Hamurunda hiç kötülük yokmuş ve olmayacakmış gibi yaşayan Grace'lerimiz, günün sonunda tüm köyü yakacak bir öfkeye düşüyor. "Ben bu kadar iyiyken bu kadar fedakarlık yapmışken bu kadar umutlu ve umut ettiğim her şey için böylesine emek harcamışken nasıl ve neden iyilik kazanmadı?" Bundan daha haklı ve güçlü bir öfke sebebi olabilir mi? Günün sonunda köyü yakacaktıysan sen günün içindeyken de köyü yakma potansiyelini haiz bir kötüymüşsün be güzelim. Potansiyel olarak sende kötülük varsa sana tam ve tüm anlamıyla iyi diyebilir miyiz? Diyemeyiz ve diyemiyor oluşumuz bir sorun teşkil etmez.
Benim bu bahiste aklıma gelen en büyük soru şu oldu; insan, indinde iyiliği ve kötülüğü aynı şekilde mezcetmişse neden dünyada sadece iyiliği hakim kılma iddiasını taşıyor? Neden kötülük her daim pejoratif ve tahkir edilen bir pozisyona itiliyor? Madem hepimiz böyleyiz, yani potansiyel olarak hem iyi hem kötüyüz, kime neyi ispat etmeye çalışıyoruz da iyilik iyilik diye içinde kötünün de olduğu tüm gerçekliği ısrarla örtmeye devam ediyoruz? O ki dünyada madde ve ruh, fizik ve metafizik gibi tüm düaliteler, son derece meşru ve makbul bir şekilde savaşabiliyorken neden iyi ve kötünün savaşında, kötülüğe bir meşruiyet atfedilmiyor? Bütün insanlık, kime karşı yarışıyor da kötülüğü bu denli sümenaltı etmeye çalışıyor? Bugün dünya çapında bir münazara düşünün; fizik ve metafizik iki kutba indirgenebilirken neden kötülük aynı statüyü edinemiyor? Edinsin, meşru ve makbul olsun diye demiyorum? Her hususta coğrafyalarca milletlerce politikalar ve tarihlerce ayrışan biz insanlık, kötünün kabul gören bir otorite olmaması hususunda nasıl hemfikir olabildik? Her insanın birbirinden farklı olduğu ve bir toprak parçası için savaşmanın bile anlaşılabilir olduğu insanlık olarak biz, nasıl mevzu bahis kötülüğün meşruiyet hakkı olunca aynı paydada buluşup karşı çıkabildik? Kiminle yarışıyoruz? Kime karşı birlik olmayı başarmış durumdayız?
Bütün insanlık aynı pozisyondaysa burada dünyevi bir müsabaka yoktur demeye getiriyorum anla ha. O halde bu husustaki muhatabımız Tanrı olabilir mi? Acaba Tanrı'ya, Tanrılık mı öğretiyoruz? Şöyle bir sonuca varsak çok mu abartmış oluruz: sahne narsistlerinin, yani madalyonun en bilinen yüzündeki narsistlerin rakipleri bu dünyadaki insanlardır fakat Grace'lerin, yani iyilik neferlerinin rakipleri Tanrı'dır? Biraz hızlı bir kısayol oldu farkındayım. Gerektiğinde celal ve kahhar sıfatlarını haiz Tanrı'nın karşısında gerekse bile celal ve kahhar eğilimler göstermemeye and içmiş Grace'ler için daha hafifi, hafif kalırdı dostlar. Tanrı, kendi tasarımında kötüyü bölmeden hayata içkin kılabiliyorken sevgili Grace, sen kimsin ki bu hakkı evvelemirde kendine, akabinde de Tanrı'nın kullarına ve yarattığı dünyasına sığdırmıyorsun? Hayırlı kibirler azizim...
Grace olup olmadığımızı nasıl anlarız?
Gerçekten istediğin, özümsediğin için mi o iyiliği yapıyorsun yoksa en makbul iktidar girişimi bu diye mi yapıyorsun? Yaptığın iyilik, ucunda bir iktidar beklentin ve tahdis ettiğin bir çıkar ilişkin yoksa koşulsuzdur; sen bu iyiliği koşulsuz mu yapıyorsun? Bir iyiliğin koşulsuz olup olmadığını, gerçekten içimizden gelerek yapılıp yapılmadığını anlamanın bir yolu var; köyü yakmamak... Eğer yaptığın iyiliğin ardından ön gördüğün iktidar ve çıkarlar sana gelmiyor ve sen buna rağmen köyü yakma istencine garkolmamışsan tebrikler, iyilik yapmışsın. Bunun aksine yaptığın iyiliklerin ardından herhangi bir iktidar edinenememiş ve çıkar ilişkilerin iyiden iyiye sarsılmış ve sen köyü yakacak kadar öfkelenmişsen yaptığın şey iyilik değil yatırımdır. Sen, toplum nezdinde "en iyi" iktidarını edinmek için en çok emeği veren bir yatırımcısın diyebiliriz. Düşünün, hangi iyiliklerimizin ve fedakarlıklarımızın ardından "bre nankör, nasıl bunları yaparsın bre vefasız" naralarıyla köyü yakmak istedik? İşte oralarda, bu dünyada kurmak istediğiniz iktidarları ayıklayabilirsiniz. Nasibiniz, ferasetiniz ve basiretiniz varsa tespit ettiğiniz patolojileri tedavi eder, gerçekten iyi bir insan olmaya giden yola girebilirsiniz. İktidar kaybı, narsistik kırılma gerektirir. Narsistik kırılmanız bol olsun ve bırakın Tanrı, Tanrılığını yapsın ve siz o sırada müşrik olmamaya çalışın.
Son olarak Lars'la başladım onunla bitirmek istiyorum. Adam, tek başına modernizmin tüm kusursuzluğuna savaş açmış, insanın karanlık yanlarını sahneye çıkarıyor, hikayeyi kuruyor, bize de döve döve izletiyor. Kendinden kaçma şansı tanımıyor, mükemmeli hatırlama hakkın kalmıyor, pürüzsüz olumlamanın hakim olduğu gündelik gerçeği alaşağı ediyor. İnsanı, insanın dünyada inşa ettiği tüm iktidar ilişkilerinden koruyor; bana kalırsa sinemanın peygamberidir. Ofansif betimleme kudretimi de alıp yazıdan ayrılıyorum, sadra şifa olsun inşallah.
Yorumlar
Yorum Gönder