Tanrı, bizim kimimizdir?


Hatırı sayılacak bir tecrübe edinince insan, düşmanı dışarıda aramayı bırakmaya başlıyor. Zira bütün trajik anlatılardaki en büyük düşmanın, her zaman insanın kendisi çıktığıyla yüzleşiyor; süreç ve sonuç değilse de sebeptir, ilk itki, ilk kuvvedir. Mitler ve dinler, bu varsayımı güçlendirmek için epey mesai harcamış insanlık tarihinde. Hangi mitin altını oysan ve hangi dinin gölgesinde soluklansan evvela yaptıkları şeyin; insanı, kendisinden korumak olduğuyla yüzleşiyorsun. İnsanın kendiliği, bir yanıyla Tanrısı, bir yanıyla da kendisini Tanrıdan alıkoyan en büyük riski oluyor. Doğru istikameti bulmaksa bu hayatta alnımıza yüklenmiş en büyük misyonumuz. Tevekkeli değil, her fatihada istikameti murad ediyoruz. O halde bu hayattaki en önemli mesele için "insanın kendiyle rabıtasını müsbet bir şekilde kurması" demek yersiz olmaz. Peki kendimizle nasıl müsbet bir rabıta kurabiliriz? Ne yaparsak müsbet ne yaparsak menfi olur? Bir de kendimiz derken neyi kast ediyoruz? 

Narkissos'u hatırlayalım. Nehir tanrısı Kephissos ve peri Liriope'nin oğlu olarak mitoloji dünyasına doğan güzeller güzeli Narkissos, herkesin kendine aşık ve hayran olmasıyla büyütür kibrini. O kadar yakışıklı ve o kadar çekicidir ki ona aşık olmayan kimse yoktur. Bu herkeslerden, güzeller güzeli nehir perisi olan Echo da nasibini alır. Güzel sesi ve mükemmel şarkılarıyla tanınan Echo, herhalde hovardalığıyla tanınan Zeus'un da dikkatini çekmiş olacak ki Zeus'un hanımı Hera tarafından lanetlenir. (Hera da kocasından ayrılıp onu terbiye edeceği yerde adamın gönlünü eğlendirdiği kadınlarla uğraşıp duruyor; tam bir Pembe Ünal sendromu...) Narkissos'a aşık olmak, Echo'nun Hera tarafından kendisine layık görülen lanetin sebebidir. Aşkına karşılık bulamayan Echo, düştüğü kara sevdayla günden güne erir; kemikleri kayalık, o dillere destan sesi de sadece o kayalıklara çarpıp dönen bir yankıdan/ekodan ibaret olur. Echo'nun laneti, düştüğü kara sevda değil; güzel sesiyle nam salan Echo'muz, kendi sesinden mahrum edilir ve ebediyete kadar hayatında sadece başkalarının söylediklerini tekrarlamak suretiyle ses bulabilecektir. Lanete bakın, kendi sesi olamamak... 

Echo Hanıma bunlar olurken Narkissos güzelliğiyle baş döndürmeye devam ediyor fakat bir güzele bunu yapmak reva mı? Tanrılar ona da bir lanet salıkverir ve doğduğunda kahin Tiresias'ın ileri sürdüğü "Birgün Narkissos kendi silüetini görecek ve ancak o güne kadar yaşayabilecektir" kehaneti gerçek olur. Narkissos birgün nehir kenarında avlanmaya çıkmış, susadığında da nehre çömelip su içeyazmış. O sırada kendi silüetini görerek aşka düşmüş, bayılmış kendisine Narkissos ve başlamış kendisini seyretmeye. Günler ve gecelerce Narkissos, aç susuz kalmak pahasına kendisine aşık olmakla meşgul olmuş. İzlemek yetmemiş bir yerden sonra seyredaldığı güzeli yakalamaya çalışmış. Kendisine eğildikçe eğilmiş fakat suya her dokunduğunda silüeti, haleler eşliğinde bulanıyormuş. Onu bu döngüden alıkoymaya çalışan kimseyi dinlememiş Narkissos, yansımasının büyüsüne kapılmak suretiyle gerçeklikten iyiden iyiye kopmuş. Hiçbir güç onu, kendisinden kurtarmaya yetmemiş. Birgün yine kendini yakalamaya çalışırken nehre düşmüş ve oracıkta yaşamını yitirivermiş. Bittiği yerde bir çiçek açmış, insanlık adına nergis demiş bu çiçeğin ve kışı uğurlarken çingene buketlerini süsleyen güzeller güzeli bir hatıra olarak kalmış Narkissos. Narkissos'un kendisini seyretmesine, kendine secde etmesi diyelim, sizi temin ederim ki abartmış olmayacağız. 

Mitolojide Echo'yu anlatırlarken genelde Narkissos'un lanetine bir sebep olarak değinip geçerler fakat Echo'nun başına gelenle Narkissos'un başına gelen arasında pek bir fark yoktur. Biri sesinin diğeri de silüetinin güzelliğiyle var olmayı bir halt sanmakla ünlenmiş nihayetinde. Konusu değişmişse bile yaptıkları şey aynıydı ve ikisi de nefislerini yekindirdikleri meziyetleri her neydiyse ondan mahrum edilmekle cezalandırılmıştı.

Mitler, dinlerin insanlığı böylesine domine etmediği tarihlerin dinleriydi. O halde biz bu miti dinlerken bir nasihat edinmeli, bir ders çıkarmalıyız. Kendimizi var ettiğimiz meziyetlerimiz her neyse, en çok da o meziyetlerle aramıza bir mesafe koymalıyız. Echo, Zeus'u baştan çıkarmaması gerektiğini ve Hera'nın onu lanetleyeceğini biliyordu. Hukuk ve etik olmasa da racon, insanlık tarihi boyunca var olan bir şey nihayetinde... Bunu bilmesine rağmen sesiyle arasına bir mesafe koymayan Echo, sesinden oluyor. Narkissos, kendisine aşık olan insanları kırmaması gerektiğini bile bile Echo'nun tüm varlığını neredeyse yok edecek kadar kırarken raconu çiğnediğini biliyor, silüetinden oluyor. 

Yazının başında, kendimizle müsbet bir rabıta kurmaktan bahsettik. Şu halde kendimize giden yolun tek kabahati, herhangi bir hakikatin sillesini yemeden direkt olarak kendimize gitmiş olmasıdır. Bir mesafe olmalı dedik, kendimize giderken bir yere daha uğramalı, ilk öteki'mizle hemhal olmalı ve onun terbiyesinden geçmeliyiz. Buradaki ilk öteki'nin ne yahut kim olduğuna dair çok fazla bahis açabiliriz. Sizi, yapabildikleriniz arasında ilk arzuladığınız şeyden alıkoyan ilk sebep nedir? Hukuk, din, aile, mahalle baskısı?

Ne zaman bu miti mülahaza etsem aklıma bir başka mit geliyor; Kral Minos, Minotaur, Daedalus ve Theseus'un başrollerini paylaştığı, Jung'un pek bi sevdiği, benim de "halat miti" olarak kendime mal edip her bağlamda birileriyle paylaştığım mükemmel bir mit. Karakterlerimizi şöyle sıralayabiliriz; Kral Minos, Girit Adası'nın kralı. Minotaur, yarı insan, yarı boğa bir yaratık. Pasiphae, Kral Minos'un karısı, Minotaur'un da annesi. Daedalus, ünlü zanaatkâr ve mucit, labirentin inşa edilmesinden sorumlu muhterem. Theseus, Minotaur'u öldüren kahraman. Ariadne, Kral Minos'un kızı, Theseus'a labirentte kaybolmaması için ip (yün ipliği) veren kişi. 

Bir varmış bir yokmuş, evrenlerin birinde Kral Minos adında hem tebanın hem de tanrıların çok sevdiği bir kral varmış. Tanrılar, Kral Minos'u o kadar severlermiş ki birgün Poseidon, sevgisinin hakkını almak için olacak ki Kral Minos'a dünyanın en güzel boğasını hediye etmiş. Minos'tan da bu boğayı kendisine kurban etmesini istemiş. Fakat Minos, boğayı o kadar beğenmiş ki  kurban etmeye kıyamamış, onu alıp saklamış ve Poseidon için başka bir boğa bulup onu kurban etmiş. İşbu hareket takdir edersiniz ki Kral Minos'un otorite karşısındaki günahı olarak kendisine türlü musibetler getirmiş. Poseidon, Kral Minos'un kendisine kurban ettiği boğanın, verdiği boğa olmadığını anlayınca Kral Minos'u cezalandırmak istemiş. Yunan mitolojisindeki tanrıların hiç affı yok... Kralın karısı Pasiphae'ya bir büyü yaparak Kral Minos'un sakladığı güzeller güzeli boğaya aşık olmasına sebep olmuş. Pasiphae, sarayda salınan boğaya olan aşkının peşine düşmüş ve akıl hocası Dedalus'un da yardımıyla mahut boğayla birlikte olmuş. Bu birliktelikten Minotaur adında yarı insan yarı boğa bir yaratık gelmiş mitoloji evrenine. Minotaur, sarayın ve Kralın hayatına devasa bir lanet gibi çökmüş. Çok vahşi, yırtıcı ve doymak bilmeyen yapısıyla bilinen Minotaur, sarayda olduğu sürece Kralın ihtişamını yavaş yavaş yitirmesine sebep oluyormuş. Başlarda evlattır, öldürülemez gibi düşünülse de Minotaur'un öldürülememe sebebi yırtıcılığıymış. Kendisine kimse yaklaşamıyor ve yaklaşan her şeyi de tek solukta yiyip bitiriyormuş. Gel zaman git zaman, saray ahalisi bu canavardan kurtulmanın yollarını aramaya başlamış. Zira Kral, Minotaur hayatta olduğu sürece güç kaybetmeye devam etmiş. Minotaur'dan bir şekilde kurtulmak gerektiği fikri ayyuka çıkınca Deadalus, saray ailesinin imdadına yetişmiş ve Kral'a karmaşık, hiç kimsenin çıkamayacağı, devasa bir labirent inşa etmeyi teklif etmiş. Böylelikle Kral, Deadalus'u, salıkverdiği bu labirenti inşa etmek üzere görevlendirmiş. Deadalus, görüp görebileceğimiz en büyük labirenti inşa etmeye başlamış ve labirentin inşası tamamlanınca da Minotaur'u oraya kapatıvermişler. Minotaur'u beslemek için her yıl Atina'dan yedi genç erkek ve yedi genç kız yollamışlar ve Minotaur onlarla beslenedurmuş. Gelin görün ki Minotaur'u labirente kapatmak ve bu şekilde beslemek de Krala kaybettiği ihtişamı kazandırmaya yetmemiş. Kral her geçen güç biraz daha forsunu yitirmeye devam etmiş. Bunun üzerine kralın yakınındaki isimler, Minotaur'un öldürülmesi gerektiğine karar vermiş ama yine gelin görün ki hiçbir şövalye, Minotaur'u öldürememiş. Aksine bu niyete kapılan herkes Minotaur'un herhangi bir öğünü olmaktan öteye gidememiş. 

Bu noktada sahneye Kralın kızı Ariadne çıkıyor. Güzel olup olmadığını pek de bilmediğimiz Ariadne, piyasanın en güçlü kahramanı olan Theseus'a gönlünü kaptırmış. Bunlar, herhalde bir aşk yaşamaya başlamış olmalılar ki Theseus, Ariadne'nin derdiyle dertlenmiş ve yarinin babasını bu musibetten kurtarma iddiasıyla sahneye çıkmış. Theseus, kendisinden önceki cengaverler gibi labirente atlayıp Minotaur'u haklamayı planlarken sevdiceği Ariadne dertli dertli düşünüyormuş. "Bugüne kadar labirente giren hiç kimse çıkmadı, eğer sen de girersen Minotaur'un herhangi bir öğünü olursun" diye serzeniyormuş. Bu sırada aralarından prensesin aklına, labirenti yapan Deadalus'un, labirentten sağ çıkan tek kişi olduğu bilgisi gelivermiş. Buna göre Deadalus, labirenti inşa ederken kaybolmamak adına beline bir halat bağlıyor ve labirentten çıkması gerekince de o halatı takip ederek felaha kavuşuyormuş. Ariadne hemen bu bilgiyi manitası Theseus'la paylaşmış ve "eğer beline bir ip bağlayıp labirente girersen Minotaur'u uzaktan görüp avlayabilir, işin bitince de gerisin geri ipi takip ederek labirentten çıkabilirsin" demiş. Theseus, sevdiceğinin aklını cebine koymuş, beline bir ip bağlamış ve labirente girerek Minotaur'u avlamayı başarmış. Böylelikle saray ahalisi bu yaratıktan kurtuluvermiş. Şimdi gelelim tüm bu hikayelerin sebebi telifine... 

Echo'nun sesi, Narkissos'un da silüetiyle imtihan edildiğini konuşmuştuk. Gördüğünüz üzere Kral Minos da kudretiyle imtihan oluyor. Dedik ya kimde ne varsa o... Kudret, kendi içinde güzel bir meziyetken orantısız bir şekilde tecrübe edildiğindeyse karanlığını açığa çıkarıyor. İfrat ve tefrit şeklinde herkeslerin bildiği mevzudur. Sözgelimi azim, kişinin hayatını idame ettirmesindeki en karizmatik yakıtlardandır fakat azmi dengelemezsen hırsa, hasede ve öfkeye dönüşür, yani azmin gölgesi hırstır, beraberinde haset ve öfke getirir. Kudret de Kral'ı kendi ifradına, kendi isyanına, kendi infilakına götürecek kadar gözünü bürümüş bir gölge olarak insanlık tarihindeki hakkını alıyor. 

Jung'a göre Minotaur, Kral Minos'un gölgesi, karanlık yanını temsil ediyor. Kral, nefsine uyarak Tanrılara başkaldırıyor ve nefsani arzuları, Minotaur'da vücut bulup hayatına zebellah gibi çöküyor. Kral Minos, kendi karanlığını uçsuz bucaksız bir labirente atmasına rağmen ondan kurtulamıyor ve labirentteki yaratık, Kralın kendilik yolculuğundaki en zor sınavı oluyor. Bu anlatıdaki ip metaforu, Jung'un ve şahsımın en sevdiği metafordur. Hepimizin malumudur, hayatla cebelleşirken her zaman kusursuz bir iyi olamıyoruz. Yanıbaşımızda bekleyen nefis, bize kendimizmiş gibi oyunlar ediyor. Beşeriz ya, şaşıyoruz. Zaman zaman nefsimizin istediği bir şeyi, kendiliğimizin bir meyvesi zannedip koşar adım peşine takılıyoruz. İşte bu sırada gölgelerimizle karşılaşıyoruz. Başlarda ne idiği belirsiz, hayatımızı mahveden karartılar gibi gelen bu gölgelerin, çok geçmeden bizden birer parça olduğunu anlıyoruz. Kendiliğimizin kuytularında, terbiye edilmek suretiyle aydınlanmayı bekleyen karanlıklar, bizim karanlıklarımız... Kendimizi büyütürken bizleri en zorlayan şey, yine kendimizin gölgesi oluyor. Şu halde insana, onu kendisinden bile koruyan bir öteki gerek. Neden bile dedim bilmiyorum, "evvela kendisinden koruyan" demek çok daha yerinde olur. 

Echo, kendi sesinin büyüsüne kapılıp şarkılarıyla kendi ve dış dünyanın başını döndürürken onu, bunu yapmaktan alıkoyan bir otorite olmadı. Olduysa da dinlemedi. 

Narkissos, nehre eğilip kendi silüetine secde ederken onu, bunu yapmaktan alıkoyan bir otorite olmadı. Olduysa da dinlemedi. 

Kral Minos, kendi kudretine yaslanıp boğayı kesmemek suretiyle Tanrılara başkaldırıp Minotaur'la lanetlenirken onu, bunu yapmaktan alıkoyan bir otorite olmadı. Olduysa da dinlemedi. 

Üçünün de en büyük talihsizliği, kendiliklerinden tezahür eden nefsani hezeyanlarından korunabilecekleri bir öteki'ne sahip olamayışlarıdır. "Öteki"ni iyi bir şey gibi anlatıyorum, şaşırmakta haklısınız. Modernizm, "öteki" kavramını aşağılık bir fenomen haline getirip bir yüzyıldan fazladır başımıza bela etti. Halbuki insanı, evvela kendisinden koruyan en büyük güç ötekidir. "Öteki" dediğimiz şey, kendiliğinden sonra aklına gelen ilk yekün, senden sonra tahayyül edebildiğin ilk arkhedir. Bu bir inanç, bir fikir, mesela Tanrı da olabilir; bir insan, bir sevgili, mesela baba da olabilir. Yani aklına gelen ilk ötekin, senin varoluşundaki arkhen'dir. Seni, seninle sigaya çeken bir kudretten bahsediyoruz. Her neyle müşekkel olmuşsa olmuş; bir insan yahut fikir, bir din yahut yahut ilke olmuş fark etmez. Seni hesaba çeken, içindeki o boşluktan bahsediyoruz; o boşluğu sana gösteren aynadan bahsediyoruz. Bu yazı itibarıyla o aynaya, öteki demeyi uygun görüyoruz. 

Ben şimdi bunca lafı, şu cümleyi kurabilmek için anlattım: "İlk öteki'miz, labirente girerken belimize bağladığımız iptir." 

Labirentteki canavar bizim gölgemiz, karanlık yanlarımızdır. Onunla mücadele etmeye giderken bizi, kendimizden koruyacak, yolumuzu kaybettiğimizde önümüzü aydınlatacak bir ipe ihtiyacımız var. Tüm bunları yapmasa bile varlığıyla bize güven verecek ve kaybolsak bile geri döneceğimize dair içimize umut ekebilecek bir histir ip. Yolumuzu aydınlatmasına bile gerek yok, var olduğunun bizde yaratacağı güven ve emniyet hissi bile yetiyor. Yürümeyi yeni öğrenen küçük bir bebek, ilk adımlarını atarken hasbelkader düşeyazsa ebeveynleri tarafından tutulacağını bilir. İşte bu mükemmel ve yetişkinlik hayatımız boyunca da duyumsamaya devam etmek için kanırttığımız histen bahsediyorum. İnsan, doğası itibarıyla yalnızdır. Ne kadar sevgi dolu kalabalık bir versusundan bahsetsek bile yalnızdır. Adına dünya dediğimiz bu simülasyona düşmüş ve dinlerin madde madde defaatle yinelediği bazı görev tanımları edinmiştir. Hem yalnız hem bilmediği bir yerde hem de yapması gereken bunca şey var... Ah benim garibanım.

Ailemizde öğrenilen sevgi ve güvene yaslanıp edindiğimiz Tanrımız, bizim ilk ötekimiz; haliyle labirente girerken belimize bağladığımız ipimizdir. İpimiz bizi, kendiliğimizde ve gerçekliğimizde sabit tutar. İslam'ın da dediği gibi "istikamet üzere" tutar. İpimiz belimizde bağlı olduğu sürece labirente girip gölgelerimizi aramaktan zarar gelmez. Ne kadar derine inersek inelim; ne kadar karanlığa batarsak batalım; ne kadar günaha girersek girelim onu takip ederek ruhumuzun aydınlığına dönebiliyoruz. Tanrıyla birlikteyken bu karanlık seyahatler, keyfe keder yediğimiz hayat mezesi olup çıkıyor. Merhametinden sual olunmaz...

Güzel bir ailede dünyaya gelmişsek sevgi ve güvene doyarak büyüme şansına sahip oluyoruz. Sevmeyi ve güvenmeyi bilen bir insanın Tanrıyla tanışması kaçınılmaz. Jung'un bu hikayeyi sevme sebebi; ipi, aile kavramıyla özdeşleştirmesinden gelir. Gerçi gerek Jung gerek de -haddimi aşmayacaksam ben- aile ve Tanrıyı birbirinden bağımsız görmüyoruz. Kişinin nasıl bir ailesi varsa o renkte bir Tanrısı oluyor. Şiddetli ve merhametsiz bir ailede büyüyen çocuğun, cezalandırıcı ve gaddar bir tanrı tasavvuru oluyor. O çocuk belindeki iple kendini aramaya çıkamaz. Zira biraz uzağa gitse dayak yiyeceğini bilir. Bu talihsiz sermayeden kurtulmalı ve sosyal hayatta güveni ve sevgiyi arayarak kendisini istikamete eriştirecek Tanrı'sını/ilk arkhesini bulmak da bu sabinin imtihanı oluyor. 

Olguyu açık seçik görelim diye indirgeyelim; Tanrı kadar metafizik bir bağlama gitmeden bile bu ip'i her an, nasıl hissettiğimizi düşünelim. İyiyi, güzeli ve doğruyu temsil ettiğine inandığımız bir dosta sahipsek dünya hayatını temaşa ederken hata yapmaktan, bazı zor kararlar almaktan pek de korkmayız. Dostumuzun, hocamızın ve fikirleriyle yolumuzu aydınlattığımız münevverimizin refakatinde nispeten daha cüretkar oluruz. İlk öteki'miz, bizi kapsayan ilk büyük otoritedir. Çocukken seni var eden ebeveynin, büyürken de kendini gölgesinde var ettiğin üst aklındır. Değil mi ki secde, insana kendiyle arasına mesafe koymasını salıkveren en büyük beklentisidir Tanrının. Evrenin ilk büyük laneti, o secdeyi yapmaktan kaçınan İblis'e reva görülmüş, islam dini de direk namına secdeyi bellemiştir. Narkissos gibi kendinize secde etmeyin demek ve cemi cümle kullarının bunu idrak ettiğini görmek için kurduğu simülasyona dünya, içindeki harekete de yaşamak demiş. Eyvallah.  

Tüm bunlar, Tanrı'ya kısayol yapmamak için döktüğüm dildir fakat ve velhasıl... "Tanrı, bizim kimimizdir?" sorusuna, gönül rahatlığıyla "ilk ötekimiz" demekte hiçbir mahzur yoktur. Sadece varlığına dair duyduğumuz inanç bile belimizdeki ip olup bizi istikamette tutabiliyor. Kendisini görmüyor ve duymuyoruz ve dahi insanlık tarihi boyunca mahiyetini açıklayabilen de çıkmadı. Kendisinin en büyük mucizesi de budur; bilinemez ve açıklanamaz oluşu. Aksi takdirde biri ipliği pazara çıkarır, bizi de ondan mahrum ediverirdi. 

Georges Bataille'nin şu cümlesiyle bitirelim: 

"Tanrı'nın yokluğu, varlığından daha büyüktür" 

İpsizlik, ipin varlığını hissetmekten çok daha karanlıktır. Türkçemizde bu mefhum, "ipsiz sapsız" deyimiyle renklenmiştir. İpimiz sağlam, sapımız güçlü olsun... 







Yorumlar

Popüler Yayınlar