Kimdir mahlukatın eşrefi?




İnsanlık tarihi boyunca insana, Tanrıya ve hayata dair her şeyin, haddizatında söylendiğine inanıyorum. Yeni ve farklı olduğunu varsaydığımız her çıkarım, olsa olsa yeni ve farklı bir enstrümanın beraberinde getirdiği yeni ve farklı bir terminolojinin maharetidir. Yani bizlerin yapabileceği en yeni şey, yeni bir dille olanca eskiyi ihata ederek zamanın mevcut getirisini anlamaya çalışmaktır. Eski bir aydının anlayıp ifade ettiği hakikatle aramızdaki fark, olsa olsa o hakikati ifade ederken kullandığımız dil ve terminolojidir. İfade edilmeye muteber hakikat ise olduğu gibi, aynı ve daimdir. Haddini ziyadesiyle aşacak bir yazıya başlamadan önce bu günahı çıkarmam gerekiyordu. Amacım, yeni ve farklı bir şey söylemediğimin ziyadesiyle bilincinde olduğumu bilerek okumanızdır. 

Gençlik, çok önemli ve değerli biri olduğunu sanmakla başlar, yetişkinlikse hiçbir şey olduğunla yüzleşmekle devam eder. Öyle umuyorum ki yaşlılık da kendince bir hikaye yazmış olmanın tatminiyle hitama erecek bir terennüm olsa gerek. Bu yaşlarda sık sık, hiçbir şey olduğuyla yüzleşiyor insan. Kendini bir halt sanarak büyüyen kendiliğimiz için takdir edersiniz ki oldukça zor bir süreçten bahsetmekteyim. Hayat, insanı hiç yılmadan hiçleştiren muhteşem sekanslarla doluymuş. Gün içinde hiçbir şey yaparak bir hiç olduğumuzla yüzleşmekle uğraşıp duruyoruz. Alelade bir kafede oturup birkaç insanda göz gezdirdiğimizde konuşulanları dinlerken bile aniden bir hiç olabiliyoruz. Yan masada ya gençliğiniz var ya da henüz anne kucağındaki bebekliğiniz. Belki yanı başınızda yaşlılığınız oturmakta ve hiçbir şey olmanın hakkını vermiş bir vaziyette öylece manzarayı seyretmekte. Belki de insan olarak bizi birbirimizden farklılaştıran en kuvvetli nosyonlar zaman ve mekandır. Aramızdaki zaman kayması, kaçınılmaz bir şekilde tecrübe farkını doğurmakla iştigal ederken içinde büyüdüğümüz ve Bourdieu'nun habitus demeyi tercih ettiği mekan kayması da dünyayı bilmemizi sağlayan enformasyonu şekillendirmek ve olanı biteni anlamıza yardımcı olan terminolojiyi belirlemekle uğraşıyor. Şayet "ona ruhumdan üfledim" demeseydi; insan, neredeyse kusursuz bi matematiğin, kusursuz bir yansımasından ibaret diyeceğim. 

Bu matematik o kadar kusursuz işliyor ki insanları dörde ayırıp her karşılaştığımı kategorize ettiğimde; "bunu hangi kategoriye koyacağım" diye düşünmem bile gerekmiyor. Herkes kendi kategorisinde, kendine tanımlanmış o kodlamayla idame ettiriyor hayatını. Üç aşağı beş yukarı hepimiz, farklı zaman ve mekanlarda aynı mevzuyu tecrübe ediyoruz. 

Kendisinden "çok saf, temiz, sezgisel, duygusal, iyi" diye bahsedilen bir güruh var mesela. Bu güruh, akıllıysa da pek zeki değil. Zeka, bu güruhun yanına yaklaşamayacak kadar dünyalı bir enstrüman oluyor. Bunlar, bile isteye kimseye kötülük yapmaz, yapamaz; yaptıkları iyi ve güzel şeylerin sebebini anlat desen anlatamaz; nedensellik, determinizm dediğimiz musibetler bu insanların yanına yöresine yaklaşamaz; kolay kolay anlaşılmaz, anladıklarını varsaydığımız bahisleri de açıklayamazlar; duyumsadıkları duyguyu bir başkasına açıklamakla vakit harcamaz,  harcamaları gerektiğine ikna olmuşlarsa da açıklamayı beceremezler. "Hal ehlidir, itikad konuşmaz" dediklerimiz bu taifedendir. "Bu şiirleri nasıl yazıyor" diye aklımızın almadığı şuara da. İlkelerle kendiliğinden kurulu bir ünsiyetle doğduklarından o ünsiyetin sağını solunu anlama ve açıklama meşgalesine ihtiyaç duymazlar. İnsanlar gölge etmediği takdirde gelişine güzel yaşarlar; gelişi güzel olmamışsa da yönetmek, çözmek, sorunları halletmek gibi kasları pek gelişmemiştir. Stratejik ilişki kurmayı bırakın becermeyi, neden kurulması gerektiğine bile ikna olamazlar. Mizaçları öyle bir hamurdan müşekkeldir ki onları dünyaya indirmek epey zor, şayet indirebilmişsek de dünyada istihdam etmek ehl-i aklın boynuna borçtur. Maddenin diğer üç kategoridekilere göre nispeten en az örselediği bu güruhla hemhal olmak bir nasiptir. Zira aklın almadığı bazı şeyleri; bu insanların ruhu alır, sezgileri tanır. Şayet bazı davranışları bize zekice geliyorsa bilin ki sebebi zekaları değil sezgileridir. Onları dünyadan koruyan yegane güç, nerden geldiğini anlamadıkları ve fakat tamamen onun ekseninde yönetildikleri sezgileridir. Biz dünyalılar arasında erken ölmeklikleriyle meşhur, bir yere varmaya çalışmayan, kendileriyle mütemadiyen derde düşmek zorunda da kalmayan zevattır, vesselam. Ehli hal diyesim var, makbul olur inşallah. 

Simülasyonun bir de akıllı çocukları vardır ki bunlar müdafa-i hukuk ehlidir. Mizaçlarının muhtevasını, kahir ekseriyetle akıl, neredeyse ona yaklaşır düzeyde zeka, karşılaştığı vakit hal ehlini tanıyacak kadar da ilham oluşturur. Bu dünyada kötü addedilen şeyleri yapmayacak kadar akıllıdırlar; zekalarını da kötülük yapmamaya çalışırken kullanırlar. İlkeleri tanır, anlar ve bilirler fakat bilmelerindeki maharet sezgi değil akıl ve tecrübedir. Yeterince akıllı olduklarından insanlığı, hayatı, deveranı ve sabiteyi tahkiken ifham ve idrak edip ilkelere sahip çıkılması gerektiği hakikatine erişebilirler. Müesses nizamı oluşturmak; adalet ilkesinin tatbiki için ihtiyaç duyulan hukuk kaidelerini belirlemek; belirlenen kaidelerin sistemde mümkün mertebe kusursuz işlemesini sağlamak için gereken sorumluluğu ifa etmek gibi ziyadesiyle kodoman görevleri vardır bu ehlin. İlkelerin tatbikini anlamaları da kendiliklerinden mülhem değil; ulemanın "tecrübî akıl" dediği nimettendir. Bu nimet, adından da anlaşılacağı üzere belli bir tecrübenin ardından nasip olur. İlk güruhtaki hal ehli insanın, olması gerekeni bulmak için tecrübeye ne kadar ihtiyacı yoksa akıl ehli insanların o kadar ihtiyacı vardır. Hayat tarafından ziyadesiyle örselenmeleri, istikameti bulabilsinler diye ziyadesiyle sınanmaları bundandır. 

Hal ehli, kendiyle ne kadar derde düşmüyorsa akıl ehli o kadar derde düşer. Vicdanını tatmin eden o istikameti bulana kadar hayat tarafından defaatle terbiye edilir. Sanki Rabb'in umut vaad eden yaramaz çocuklarıdır bunlar. Mahut istikameti bulmaları neden zordur peki? Dedik ya bunlar bir de zekidir. Zekaları, onları dünya nimetlerine çekmekle uğraşır; dünyevi kazançları tatlı gösterir, birkaç çıkar daha edinip dünyada pohpohlanan bir yer edinme arzusu tarafından mütemadiyen taciz edilirler. Her an, aldıkları her kararda ilkesel ve ahlaki olanı tercih etmek gibi onulmaz bir yükleri vardır. İrade, teodise, ilke, ahlak gibi peşisıra insanı darlayan mevzuların tamamı, en çok bu ehlin insanını yorar durur. Filozoflar, alimler, insanlığa yön vermiş iyi ve güzel işlere sahip olanlar, bu kervanın yolcusudur. İddia sahibi olup iddialarını hakim kılmak adına sorumluluk almakla mükelleftirler; yöneticilik, idarecilik ve kural koyuculuk, varlıklarının dünyadaki en bilinen izdüşümleridir. Her zaman olmasa da ışığa yaklaştıkça rüyaları ihbar cinsinden olabilir. "Bir rüya gördüm, ertesi gün şöyle şeyler oldu" şaşkınlığını hep bu ehlin insanından duyarız. Hal ehli için rüyalarla istikamet edinmek doğal bir şeyken akıl ehli için bu hayret verici nadirattandır. İyi, doğru ve güzel olanı irade edebildikleri takdirde adeta ödüllendirilmişlercesine sezgileri çalışır, rüyaları anlam kazanır. Şayet kötü, yanlış ve çirkin olanın lehinde bir tasarrufta bulunmuşlarsa da nasipleri kesilmek suretiyle cezalandırılırlar. Bu sayede benliklerini ele geçiren huzursuzluk, vicdan azabı gibi Tanrıya bağlı ipler tarafından mutsuz kılınırlar. Bu mutsuzluk, akıl ehlini hiç bitmeyecek bir arayışa mahkum eder. Eğer yukarı doğru ivmelenmişse dümeni kontrol eder; aşağı doğru yuvarlanmışsa da insanlık gemisini sürüklemekle cezalandırılmış kürek işçileri gibidirler. Pamuk ipliğine bağlıdır vicdanları. Sırf bu sebeple zekalarını, akıllıca olanı yekindirmek adına işletip dururlar ki çeperlerine vicdan ıstırabı yanaşamasın. Bu senaryoyu beceremediklerinde de insanlığın kayıp çocukları oluverirler. "Çok akıllıydı, potansiyeli çok yüksekti, yazık etti kendisine" dediklerimiz bunlardır. 

Dinini sabit kılmak için dostunu doğru seçmek zorundadırlar. Zira doğru bir din edinmek için yardıma ihtiyaçları vardır. Şayet hayat arkadaşlarını piramidin alt tarafındakilerden seçmişlerse bir ömür süren mutsuzluk, pişmanlık gibi hezeyanlar tarafından tüketilir durur; potansiyellerini israf ederler. Akıl ehlinin aldığı her karar, muhakkak bir bedel ödediği anlamına gelir. Şayet ilkesel ve ahlaki olanı tercih etmişlerse dünyevi hazları gözden çıkarmanın narsistik kan kaybını yaşar ve yokluğuna bir türlü alışamayacakları dünya nimetleriyle aralarına mesafe koyup bir ömür yoksunluk duygusuyla yüzleşirler. Velhasıl ödedikleri bedel dünyadır; dünyaya ait olan, dünya ehli tarafından makbul bulunan, dünyayı teknik olarak yaşamayı kolaylaştıran şeyleri gözden çıkarmak pek de kolay değildir. Hal ehli neden bu bedeli ödemez? İnsan, irade ettiği şeyin yoksunluğunu duyumsar. Şayet bir şeyi arzulayacak kadar tanımıyorsan o şeye sahip olmamanın yoksunluğunu da duymazsın. Hal ehlinin dünya nimetleriyle göbek bağı yoktur ancak akıl ehli, indindeki zeka marifetiyle dünyayla kıran kırana cenk eder. Bu cenkte ne kadar çok şeye; makama, mevkiye, paraya, networke sahipse o kadar güçlü olur. Bir hezeyana düşüp güçlü olmanın yolunun bunlardan ibaret olduğunu zannedip onların peşine düşmesi, son derece muhtemeldir. Bu sebeple ayağı cennetin kıyısındadır akıl ehlinin. Kadir-i mutlak'ı her an anımsamak; zekasının, dünyada güç namına salıkverdiği her şeyden arzu ve gayesini muhafaza etmesi gerekir. Şayet bunu başaramazsa birazdan anlatacağımız üçüncü güruhla anılmaya mahkum olur. 

Gelelim hikayenin, zehir zemberek zeka küplerine... Zeka ehline mensup olanlar, hal ehliyle teması olmayan; muhtevasında nispeten akıl barındırsa da hayatını idame etme şerefini zekasına muhtaç olan zevattır. Anladığınız üzere akıl ve zekayı birbirinden ayırıyorum. Bu ikili, birbiriyle kesişim kümesi olsa da amaç ve gaye itibarıyla farklı kümelere mensuptur. Zeki insanın amacı, bu dünyadaki saltanatını kuvvetlendirmektir. Bunu da kişisel ihtiraslarının peşinde giderken her şeyi mübah kılarak yapar. Onun için aslolan güç, bu dünyayı konforlu yaşamasını sağlayacak dinamiklerdir ve onlara erişmek için elinden geleni yapar. Kadir-i mutlakın Allah olduğunu anımsamaz; şayet anımsarsa bu dünyada güçlü olma arzusuna motivasyon bulamaz. Akıl ehli, esas gücün Allah olduğunu anımsayarak hiç olmakla meşgulken zeka ehlinin en büyük korkusu hiç olmaktır. Hiç olmamak için çeşit çeşit fenalıklar yapar. Kendisinden daha güçlü birini görürse haset eder ve ondaki güce erişmek için gözünü kırpmadan ayağını kaydırabilir. Zekası dikey değil yataydır bu insanın, haliyle dünya için kullanabilir. Ehli aklın zekası dikeydir; ilke ve değerlerini, ay altı alemde hükümferma kılsa da muradı, ay üstü alemdir. Zeki insanınsa yukarıyla irtibat kurma kaygısı olmaz. Onun yegane amacı bu dünyada kendi çapında bir hakimiyet kurmaktır. 

Dördüncü kategoride ele alacağımız direkt olarak kötü olan insanlardan farkı ise gerçeği bükmeleridir. Ziyadesiyle zeki oldukları için iyiliği, doğruluğu ve güzelliği bir maske olarak kullanırlar. Güçlü olmak için zengin olmayı arzularlar ama sorsan "Ben Allah'ın dinini daha güçlü kılmak için güçlenmek istiyorum" diyecektir. Dilediği bir makama erişmek için ehliyet ve liyakat sahibi bir masumun ayağını kaydırır ama sorsan "Eğer o makama ben gelirsem Müslümanlar için daha fazla fayda sağlarım" diyecektir. Takdir edersiniz ki siyasal islamcılar buradan çıkar. Maksadı Müslümanların ihyası gibi görünse de olan biten, kendi ihtirasları etrafında şekillenen kibirden başka bir şey değildir. 

Doğrudan kötü olanı isteme cüretinde bulunamayacak kadar korkaktır fakat kötü olanı yapmak için iyi olan her şeyi hallaç pamuğu gibi fütursuzca savurmaktan da imtina etmez. Takiyye, iki yüzlülük, namertlik, kahpelik dediğimiz cerih niteliklerin tamamı, bu güruhun yapıp etmelerini anlamak için bulduğumuz sıfatlardır. Biz bu ehlin insanını, bilhassa korkaklıklarıyla tanıyabiliriz. Doğru ve dürüst olanla yüzleşmekten kaçınırlar, hakikatin karşısına çıkmakta zorlanırlar. İçten içe yapılması gerekeni bildikleri için dıştan dışa yapmadıkları şeylerin, açığa çıkmasından ve ipliklerinin pazara çıkarılmasından korkarlar. Evvela toplumu, zamanla da kendilerini manipüle ederler, arzu ettikleri faydaları tereyağından kıl çeker gibi elde edebilmek için. Peki zeka ehlinin aklı varsa madem, neden kullanmıyor? Kullanıyor. Akıllıca olan iyiyi hakim kılmaktır ve bu ehlin insanı, mevcut akıllarıyla iyi olanın ne olduğunu okuyabilirler. Doğruyu bilir ve doğruyu yaptıklarına ikna ederler hem çevresindekileri hem de kendilerini. Akıllıca olanı bir maske gibi kullanmaktan öteye gitmezler. Patolojik narsistler bu zevata mensuptur. İktidar hırsıyla gözü dönmüş fakat gönül rahatlığıyla "bu düşmanlardandır" diyemediğimiz herkes zeka ehlindendir. En büyük düşmanları, akıl ehlidir. İnsanlık tarihinin en büyük kırılmaları da akıllı ve zeki insanlar arasında cereyan eden cephe arkası savaşların sonucunda yaşanır. 

Son olarak doğrudan kötülüğü murad eden güruh vardır ki bana kalırsa bunlar, bir avuçtan ibarettir. Bunlar genelde maşa olarak zekileri kullanır, toplum olarak biz, bu güruhtakilerle pek karşılaşmayız. Ben bizzat kendim de pek karşılaşmadığımdan, olsa olsa hayal gücümle anlatabilirim sizlere. Kötüler sanki, zeki insanların birbirleriyle karşılaştıklarında ortaya çıkan hakim kötülük kavramı gibidir. Bir insan olmaktan ziyade; insanlar tarafından yaratılan bir olgu, bir sonuçtur. Söz gelimi bir makamı elde etmek için kötülük yapan zeki bir insan, kendisine destek veren bir başka zeki insan marifetiyle o makamı elde eder. İşbu makamın, mahut zeki insanın eline geçerken olan biten her şey, kötülüğün hanesine yazar. Bir sis bulutu gibi ehli zekanın arasında dolaşmak suretiyle var olurlar. Hâlâ bir insandan bahseder gibiyim farkındayım. Sanırım nutkum, eşrefi mahlukat olan insana, katıksız bir kötü olmayı yakıştırmaya el vermiyor. Sanki kötü olan; arada oluşan bağın bizzat kendisi gibi. Eğer bir kötülük istencini, bir başka insan durdurur ve o kötülüğün gelişmesine müsade etmezse kötü olan, zaten olmaz. 

Hiroşima'ya atılan bomba, bir iletişim ağının diplomatik sonucudur. Birkaç zeki, bir araya gelerek ülke çıkarlarını ve mutlak hakimiyetlerini, öylesi bir bombayı atarak muhafaza edeceğine inanmış ve olan olmuş. Hitler, mahut soykırımı tek başına yapmamış; civarındaki birkaç zeki, onun salıkverdiği ideali tahdis etmek adına şartları olgunlaştırıp her şeyi mübah kılmış. Despot bir lider, tek başına despotluk yaptığı iktidara gelemez; onun civarındaki konum ve gücü elde etmek isteyen zekilerin el birliğiyle o makama getirilir ve yine zekilerin çıkarlarını sürdürebilmek için o makamda tutulur. Zekilerin, kendi çıkarları için hemfikir oldukları eylem ve söylemler, sonuç itibarıyla kötülüğün hanesine yazar. Kötülük dediğimiz şey, yekpare bir hüviyete sahip olmamakla beraber şahsı manevisi de yoktur. Kötü olanın vuku bulması için zekilerin oluşturduğu organize bir şebekeye ihtiyaç vardır. Bu şebeke, aralarında iyiliği salıkveren akıllı adamı barındırmaz; bilimum mobing yapıp canından bezdirmek suretiyle denklemin dışına atar akıllıyı. Böylelikle yalnızca kendi isteklerini oldurmaya çalışan ve bu uğurda zekalarını can havliyle kullanan bir grup insanla baş başa kalırlar. Zekiler, kötülük şebekesinin yapacağı muhtemel kötülüklerden kendi çıkarlarını korumak adına bu şebekeyle iş birliği içinde olmak zorunda hisseder. O ki bu şebekeye dahil olur; o şebekenin yapıp ettiği her şeyin ortağı olurlar. Bunlar, bir araya geldiklerinde kendileri için faydalı ama geri kalan herkes için kötü olan amaçlarını ifa edebilmek adına kötülüğü sıradanlaştırırlar. Yaptıkları şeyin kötülük olmadığına, yapılması gerekenin o olduğuna ikna olduktan sonra, geriye kalan onu eyleme dökmekten başka bir şey değildir. İnsanlık tarihi, kötülüğe hizmet eden zekiler ve iyiliği hakim kılmaya çalışan akıllılar arasındaki müsabakadan ibarettir. 

Bu 3 kategori, kendi içinde bir aşağısına, bir yukarısına yakın olmak suretiyle ayrışabilirler. Bir DNA sarmalı gibi yukarı doğru birbirine bağlanarak ilerliyor. Ulemanın, nefsin mertebeleri demek suretiyle taksim ettiği mevzuya benzer. 

Velhasıl bu yazıya hiç gerek yoktu ama yazmış bulunduk. Selametle 







Yorumlar

Popüler Yayınlar