Mahsustan yaşamak
Tecrübe, insana birçok şey yapar.
İnsanoğlu tecrübe denince hep müsbet bir duyguyu hatırlamak istiyor. Zaman madem böylesine geçmiş ve geçmekle kalmayıp bizi büyütüp beslemiş; o halde hürmetle başımızın üstünde yerini verelim isteriz. Böyle düşünmekte ziyadesiyle haklıyızdır da. Farzumuhal; ilk ihanet çok can yakar fakat rengi değişse de üçüncüsü, beşincisi artık o kadar da büyük bir pay alamaz haleti ruhiyemizden. Nihayetinde ihanetle ilkinde tanıştık, ikincisinde buluştuk, üçüncüsünde karşılaştık. Alacaklar alındıktan sonra sıradan bir hadiseye dönüveriyor en büyük ihanetler de. İkmale bırakılan, öğrenmesi pek de keyif vermeyen o zaruri derslere.
İlk yetersiz hissetiğimizde belki ölmek istedik fakat hayat, bize yetersiz hissettirmek için tüm cömertliğiyle kapımızı çalmaya devam ettiğinde işin rengi değişti. Zira bir yandan yetersiz hissederken bir yandan da yetmeye devam ettiğimizi, edebildiğimizi gördük. Artık, behemehal gelen yetersizlik duygumuz, biz hayatı mecburen ve mahsus ve mütemadiyen yaşarken yanıbaşımızdan geçen pek de hoş olmayan bir rayiha oluverdi. Biz her ne kadar yetemediğimizi düşünmeye kurguluysak da belli ki yaşamak için sadece zamanın akması yetiyordu. Tecrübe, yetemeyişimizin de kanını durdurmuş oldu. Tecrübeyi aklın yatağında büyütme maharetiniz de vardıysa "insanoğlu, mutlak yeten'in olduğu bir simülasyonda elbette mümkün bir yetemeyendir" diyip bütün günahları çıkarabiliriz. Vakıa, yetememek artık ruha ıstırap veren bir günah olmaktan çıktığında geriye sadece mahsustan yaşamak kalıyor.
Hafızamızın ve biz yaşarken biriken hatıralarımızın biricik aşkıdır tecrübe. Her şey, ona varmak için yaşanıyor. Bizimkiler, maşuklarına bir çiçek daha götürmek için etimizi parçalıyor. Tekamülün en kıymetli yoldaşıdır tecrübe, buna şüphe yok. Bütün yollara, ona varmak için çıkılıyor, buna da. Hayat karşısında bir otorite kılıyor bizi, söz söyleme hakkı tanıyor. Bir şeyleri ön görüyor, daha az ve belki de hiç yaralanıyoruz. Dünyaya dair faydamız da ziyadesiyle yekiniyor; gelecek zaman geldiğinde daha az yorulalım diye bize tedbirler aldırıyor. Hatrı sayılır bir tecrübenin ardından aptallık etmek bile mümkün olmuyor. İnsanı, aptal olmaktan bile alıkoyup şayet nasibi varsa abdal olmaya doğru evriltiyor. Bunlara da diyeceğim, diyebileceğim hiçbir söz yok.
Lakin mülahaza etmediğimiz bir husus var tecrübeye dair. Bunu kimse dillendirmiyor, sessiz bir anlaşma gibi insanlar arasında. Ancak yaşını başını almış ihtiyarların gözünde, biz gençlere bakarken bir renk görüyorum. Tecrübe, bize ne kadar şey getiriyorsa da o kadar şey götürüyor. Üstelik, bize getirdikleri hesaba kelama gelebiliyorken götürdüklerini bırakın izah etmeyi, fark bile edemiyoruz. Yaşam karşısında bitmez sandığımız coşkumuz bitiyor; sonsuz ihtimallere gebe gerçeklik, artık birkaç ihtimalden ibaret oluyor ve hatta yeteri kadar akıllanmışsak yolu bir ihtimale çıkıveriyor yaşamanın. Bir zaman sonra hayat, bizden sadece en akıllıca olan o bir'i ifa etmemizi bekliyor. Böylece bizler, çok da geç olmayan bir yaşta, tek bir ihtimalin kürek mahkumu oluveriyoruz.
O rengarenk hayallerimiz, artık mümkün mertebe "mümkün olabilecek arzulara" kısılıp kalıyor. Sınıf bilincini, metropolü, kapitalizmi, politikayı ve ezcümle panaptikonları idrak ettikçe hayallerimize pek de hareket alanı kalmıyor. Belli bir tecrübeden sonra insan, ne kadar zengin olamayacağını, ne kadar başarılı olamayacağını, ne kadar güzel ve ne kadar şanslı olamayacağını örselene örselene kabul ediyor. Eskiden, tek bir karşılaşmayla dünyada cenneti yaşayacağına inanacak kadar cüretkar olan hayallerimiz, ziyadesiyle beyhude karşılaşmanın ardından sönümlenip gidiyor. Olacaktıysa, şimdiye değin olurdu diyor insan. Tecrübe, hayallerimizden o kadar fazla renk çalıyor ki gerçek bile hayallerimizin yanında daha cömert kalıyor.
Peki ya heyecana ne demeli? Lisans mezuniyet töreninde açılış konuşmasını ben yapmıştım. Konuşmamda sadece heyecan duygusuna değinmiştim. Hayata adım atarken tek muradım, heyecanımı hiç yitirmemek; canla başla hayatı kotarmaya değer görmek, ruhumdaki bu ateşin hiç sönmemesini murad etmekti. Dört bin kişilik seyirciye, son derece iddialı bir ses tonuyla heyecanın önemini anlattığımı anımsıyor, silkelenip heyecana sarılmalarını salıkveriyordum kocaman cümlelerle. Çok sevdiğim bir profesör vardı, Ömer Hoca. Kürsüden indiğimde en beğendiği konuşmanın benimki olduğunu söyleyip peşisıra dualar eklemişti. Dualarındaki o mahzun rengi bu yaşlarda anladım. Artık ben de o rengi görüyorum hocam. Hayatın, tüm gerçekliğiyle o heyecan duygumuzu nasıl da hallaç pamuğu gibi savurduğunu artık ben de biliyorum. Rabbim, heyecanını daim kılsın, bizim güç yetiremediğimiz her şeye gücün yetsin, yavrum.
Tecrübenin karabasan gibi hayat ışığıma çöktüğü zamanlarda, Allahım diyorum, ya sana inanmasaydım ne olurdu? Bunca şeyden sonra, eğer aklın yolu hâlâ bir değilse Allah'ın varlığındandır. Hayat, tüm gerçekliğiyle hayalini kurduğumuz o tatlı sürprizleri yerle yeksan ediyor evet. Buna rağmen sürpriz ihtimaline inanıyorsak Allah'ın varlığındandır. Umutlarımız ne kadar boşa çıkmışsa ve tüm bunlar biz yaşarken olmuşsa da umut etmeye devam edebilmek, Allah'ın varlığındandır.
Sonsuz ihtimaller bir ihtimale iniyor, sonra o bir ihtimal; Allah'a ısmarladığın bir ihtimal oluyor. Böylece bir ihtimalden yeniden sonsuz bir ihtimal neşvünema buluyor. Herhalde tecrübe, hayatı yaşadıkça kendini aradan çıkarmayı öğrenmenin insancası, dünyacası. Kendi heyecanının, kendi hayallerinin, kendi coşkunun haddine varıp ne kadar da sınırlı olduklarını görüyor; nihayetinde tüm bunları alıp Allah'a emanet ediyorsun. Bir zamanlar en ince detaylarına varıncaya kadar tasarladığımız hayallerimizin yerini, "Allah'ım hayırlısı olsun" cümlesi aldığında biraz bitiyor, biraz başlıyoruz. Vesselam.
Hazan, cemresini düşürdü; yaseminler gideli epey oldu ve hayat, tüm tekasüfüyle yaşamamız için bekliyor, yavrum.
Rhinoooo :) Bu karamsarlığa katılmıyorum. Hayat hep cıvıl cıvıl bence ))
YanıtlaSil