İthal benlikler ve yapboz insanlar



Boğazın Kuzguncuk sırtlarındaki kesif akıntıyı izlerken bir miktar intihar bir miktar da ithal benlikleri düşünerek şehri seyrediyordum. Sonra dedim ki bloğa yazayım birlikte seyredelim. İçinde i ve a seslerinin aynı anda geçtiği kelimeleri çok yakışıklı buluyorum ama konumuzun bununla bir alakası yok. 

İthalat denince zihnimizde canlanan şemalar nelerdir? Akla ilk gelen anlam; sahip olmadığın bir ürünü, katma değeri, kültürü yahut herhangi bir şeyi, ona sahip olan kişiden tazmin etmek. Burada iki ihtimalle ithalata ihtiyaç duyuyoruz. Birincisi; o ürünü kendimiz üretebiliriz fakat ithal etmek, ürünün maliyeti ve üretiminden daha ucuza geldiği için ucuz iş gücü gibi sekonder kazançlar hasebiyle başkasından alıyoruz. İkincisi; ürüne belli bir oranda sahibiz fakat tüketim oranımız ziyade olduğundan aradaki makas açılıyor ve üretim kapasitemiz tüketim ihtiyacımızı karşılamadığı için de tamamlanmak üzere dışardan tedarik ediyoruz. Bu denkleme göre ürün; ya var fakat yetmiyor ya da doğrudan yok. Bir şey yoksa ve onun yokluğunun bilgisine vakıfsak onu var kılmak, kainatın fıtrî eğilimidir. (Bir fizik kaidesi vardı, keşke hatırlasaydım, tam bu noktada çok havalı olurdu.) Zira yokluğun bilgisine sahip değilsen yok olduğunu da bilemezsin. Buradaki temel dinamik bilmektir. Bir şey var ve o bende yok. Bu noktadan sonra bir yol ayrımı çıkıyor karşımıza; ya o yokluğu kanıksayıp kendimizdeki var'larla yetineceğiz ya da o yok'u ithal edip dışardan bir kuvvetle kendimize eklemleyeceğiz. Bu ikinci yol, nereden bakarsan bak bir eklemedir ve yine nereden bakarsan bak membaı bir yoksunluktan hareketledir. (Tam bu sırada kafamda "eklemedir koca konak" türküsü çalmaya başladı.) 

Demek ki bir insanda bir şey efradını cami, ağyarını mani olacak şekilde varsa onu, hiçbir yerden ve hiçbir koşulda dışardan ithal etme ihtiyacı hissetmiyor. Bu çıkarım, tersinden şu argümanları da söyletebilir; hiçbir şeyin yoksa her şeyini ithal etmen gerekir, az bir varlığa sahipsen o azı kemale erdirecek oranda ithal etmen gerekir, varlıklıysan ithal etmeye muhtaç olmazsın, noksanlık mevzu bahis olmuşsa ithal etmeye mecbursun. İcbariyet... Cebir kelimesinin bu halini çok seviyorum ve birazdan işleyeceğimiz olguda nasıl bir sefillik peyda edeceğini göstereceğim. 

Yazının amacı elbette ticari bir kavramı çarpanlarına ayırmak değil, bu benim işim de değil. Benim işim; kelimelerin röntgenini çekmek; hikayelerini takip etmek; doğduğu ve yaşadığı olguları seyrederek insan psikolojisini markaja almak; en nihayetinde de toplumsal bir desene ulaşmak. Belli ki ithalat kavramından bir insan deseni yakaladığım için buradayım. 

Üretim ve tüketim, ihracat ve ithalat, yaşarken dünyaya katma değer üreten nevi şahsına münhasır otantik kişilikler ve hiçbir takdirde katma değer üretecek bir kapasiteye sahip olmayan yığın neferleri. Hikaye burada başlıyor işte; bu yığın neferleri için bugün "ithal benlik" diyesim tuttu diye oturmuş yazıyorum.

Sudur nazariyesini bilenler bilir; her bir felek, kendi kendini gerçekleştiğinde ondan yeni bir felek taşmış olur. Ve yine Marksizmi bilenler bilir; praksis, bireyin kendi kendini gerçekleştirmesi demektir. Buna bir de Meryem Suresi'nden sevdiğim bir ayeti eklemek isterim. "Doğum sancıları onu bir hurma ağacının altına sığınmaya zorladı. Meryem: 'Keşke bu durum başıma gelmeden önce ölseydim de unutulup giden biri olsaydım!' diye yakındı. Bunun üzerine vahiy meleği ağacın altından ona şöyle seslendi: “Sakın üzülme! Rabbin senin alt yanında bir ırmak akıttı. Hurma ağacını kendine doğru silkele, üstüne taze ve olgun hurma dökülsün. (Meryem: 23-25). "Bana hiçbir erkek dokunmamışken nasıl bir oğlum olabilir? Üstelik ben iffetsiz bir kadın da değilim.” diyen Meryem'e, "Bu benim için çok kolaydır" diyen Rab, doğum sancısı çeken Meryem'e hurmayı doğrudan getirmek yerine "kalk ve silkele!" diyor. Hareketi ve nihayetinde gelecek bereketi, kişinin bizatihi kendi eylemine, ona verdiği potansiyele raptediyor. Kendi kendini gerçekleştirme bahsini her disiplinde duymuşuzdur. Mesela Maslow, bunun patentini alan ilk isimlerdendir ve ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinin en tepesine, kendini gerçekleştiren insanın meziyetlerini dizmiştir. Demek ki bu kendini gerçekleştirme bahsi, insanoğlunun evrensel bir idealidir ve hangi disipline gidersek gidelim, aynı arayışı görmekteyiz. 

Eğer sende bir şey, yeteri kadar varsa onu dışardan tedarik etme ihtiyacı hissetmezsin demiştik. Mesela Sudur Nazariyesi'ndeki birinci akıl, taşacak kadar akla sahip olduğu için taşabilmiş ve böylelikle kendinden yeni bir akıl doğurabilmiştir. Bu tersinden şu anlama gelir; eğer taşacak bir aklın yoksa ne kendini gerçekleştirebilirsin ne de kendinden bir akıl taşırabilirsin. Ay altı alem olur kalırsın işte. 

Bi insan deseni var toplumda ve her yerdeler. Okurken birkaçı gözünüzün önünden film şeridi gibi geçecektir. Bunların kendilerinden menkul bir aklı, fikri, tarzı, ideali ve katma değeri yoktur. Gelin teker teker açalım. 

Aklı yoktur dedik, yani bu insana dünyanın tüm bilgisini versen bile o bilgiyle muhakeme edecek bir kabiliyete sahip değildir. Bu insan; bilgiler arasında bağlantı kuramaz, bilginin bir noktasından hareket edip yeni bir bilgi üretemez, bilgiler arasında çelişki varsa göremez, bilgileri herhangi bir amaçla insanlığın hayrına kullanmak gerekse beceremez, hatta o bilgilerin kullanılabileceğini bile fark edemez. Bunlar usüle dair vurgulardır şüphesiz. Akıl sahibi olmayan insan, usülü ve nasıl sorusunu idrak edemez. Ayet, bu insanlar için bilgi yüklü merkepler diyor ve teknoloji, yapay zeka marifetiyle bu insanların ipliğini pazara çıkarmış durumda. Bilgi yüklemekse marifet, al sana makineyle yapılmışı var ve artık senin bu dünyada hiçbir hükmün kalmadı. Gündelik hayatta bu insanları nerelerde görürüz? Slayttan ders anlatan, müfredatı birebir aktaran ve literatürde ne varsa anca o kadar konuşabilen hocalar buna bir örnektir. Sağdan soldan kulağına bir bilgi çalınmış; önü nedir, ardı nedir, amacı ve sebebi nedir gibi basit bir muhakeme kuramayan arkadaşlar buna bir örnektir. Dedikodu yapılırken laf taşıyan kişiye karşı "o bunu söyleyecek biri değil, yanlış anlamış olmayasın?" diye soracak ferasette olmayan ve hiç sorgulamadan kendisine aktarılan bilginin gereğini yapan gafiller buna bir örnektir. Bu insanlara her şey, anca senin verdiğin kadardır. Dünyayı iki boyutlu algıladıkları için neden ve nasıl sorularını gerektiren üçüncü bir boyuta sahip değillerdir. Velhasıl bu insanlarda akıl nimeti yoktur. Olmadığı için de hep başkalarından akıl tedarik etmek ve başkalarının aklıyla hareket etmek zorunda kalırlar. "Ya tamam, Kant bunu düşünüyor ama sen ne düşünüyorsun?" diye sorduğundaysa bir başkasından daha akıl ithal etmek suretiyle mukabelede bulunurlar. Çünkü dedik ya, sana verecek bir akılları yoktur. Akıldır, ithal edilir. 

Fikretmek; bilginin araçsallaştırılıp akıl marifetiyle ihtiyaca binaen sadra şifa olma sürecidir. Yani bir insan, çaresiz kaldığı zaman, bir savunma mekanizması geliştirerek düşünür ve yeni bir fikir üretir. Bunu yaparken eser miktarda bilgiye, onlar arasında bağlantı kurabilecek analitik bir zekaya ve karşısındaki yabancı durumu tarif ve tahdid edebilecek bir muhakeme kabiliyetine sahip olması gerekir. Bilgi, zeka ve iştiyak. Bu kelimelere dayalı bir zeminde fikretmek, en az üç boyutlu bir denklem gerektirir. Markaja aldığımız insan tipinde iki boyut olabilir ama genelde iştiyak yoktur. İştiyak derken; tüm bu süreci işletebilme potansiyelinden, hareketi sağlayan ateşten ve onu sürdürebilen tutkudan bahsediyorum, bu insanlar bunu yapamazlar. Fikretmek, nereden bakarsan bak bir üretim sürecidir ve sende üçüncü bir boyut yoksa A noktasından B noktasına gider gelirsin, bir üst kata çıkamazsın... Bizler de sende bir fikir üretmek marifetiyle üst kata çıkma kabiliyeti yoktur diyebiliriz. Haliyle bu insanlar, hayatlarını devam ettirebilmek için hep başkalarından fikir ithal etmek zorundadır. Serde biraz da narsistik bir ahlaksızlık varsa başkalarının fikirlerini kendilerininkiymiş gibi pazarlama eğilimleri vardır. Komedyenin "beyni yok, fikri var" dediği yaratıktan bahsediyoruz, bildiniz dimi? Fikirdir, ithal edilir. 

Tarz bahsine gelecek olursak işimiz daha da kolaylaşacak. Bana kalırsa en ayırt edici turnusoldür bu bahis. "Üslûb-u beyan, ayniyle insan" demiş büyüklerimiz. Ben tarz kelimesi yerine üslup demeyi tercih edeceğim çünkü tarz, çok küt bir kelime, pek hoşuma gitmiyor. Üslup kelimesinin kökeni sulb'e dayanır. Mesela tıp biliminde omurga kemiği için sulb kelimesi kullanılıyor. Yani birbiriyle irtibat halinde olan ve bir amaç doğrultusunda muntazam bir insicama sahip olan kemikler bütünü. Bu bağlamda sulbün amacı, insana omurga vermektir, dik durmasını sağlamaktır. Böyle bakıldığında sürekli ve tutarlı olmasını bekleriz; hangi kemikten sonra hangi kemiğin geleceğini biliriz ve insicama muarız bir durum söz konusu olduğunda omurga hastalıkları peyda olur. Skolyoz deriz, tedavi ederiz mesela ve teknik anlamda sulbü bozuktur bu insanın. Biz meselenin tıbbi boyutunda değiliz. Sulb, bir anlamıyla da soy'a galebe çalar. Nereden geldiği belli olmayan insana hakaret etmek istediğimizde "sulbü bozuk" deriz mesela. Kendisini görüyoruz fakat o insanın varlığını, ona has muhkem bir yere isnad edemiyoruzdur. O halde sulb, kendine has olmakla çok ilgilidir ve bir insanın, nereye has olduğunu mütemadiyen merak ederiz. Benim bu kelimeyi sevme sebeplerimden biri de "nasıl" sorusuna cevap niteliği taşımasındandır. Yemek yiyor mesela, ne yediği değil nasıl yediği, o insanın üslubuna dair bir renk taşır. Kavga ediyorsunuz mesela, ne söylediği değil nasıl söylediği de öyle. "Bu nasıl bir insandır?" diye sorduğumuz zaman, hangi cevapları veriyorsak o insanın üslubu odur. Nitekim "Üslubun kimliğindir" demiş Cemil Meriç. Üslubun neyse sen de osun demek istiyoruz. 

Kendinden menkul bir üsluba sahip olamayan insanlar, bir başkasından üslup ithal edemezler. Bu açığı gizlemek için de mekana ve ortama göre şekil alma eğiliminde olurlar. Neden bahsediyoruz? Elit bir masaya oturduğunda onlar gibi yemek yer, onların muhabbetine eklemlenmeye çalışır; varoş bir masaya davet edildiğinde de içindeki varoşla birlikte masaya oturuverir. Elitlerin arasındayken varoşları tahkir eder, varoşların masasında da elitleri. Kendi kaşık tutma tarzı olmadığından hangi masaya oturmuşsa o masanın kaşık tutma tarzını taklit eder. Bu haliyle insicamın defolup İran'a gittiğini anlamışsınızdır. Mesela kimse bu insan için "O kaşığını amuda kalkarak tutar" diyemez çünkü onun kendine has bir kaşık tutuşu yoktur. Mesela kimse "O öfkeliyken sessiz kalmayı tercih eder" diyemez çünkü muhatabı nasıl bir reaksiyon vermişse o da aynı tonda bir reaksiyonla öfkesini serdetmeye eğilimlidir. Hadi akıl ve fikir, uzun vadede ithal ve taklit edilir de üslup? Her an, sürekli bir şekilde taklit etmesi gerekir. (Üslupsuzluk çok korkunç ve yorucu olmalı.)

Mesela teknik bir örnek daha vermek istiyorum burada, ayırt ediciliği artsın diye tabii ki. Bu insanların üslupsuzlukları, giyim tarzına da yansır ve kendilerine has bir giyim tarzı yoktur. Instagramda gördüğü influencer, kıyafetleri nasıl kombinlemişse o da aynen o şekilde giyinir ve böylelikle giyim tarzını da bir başkasından ithal etmiş olur. Aldığı bir kıyafeti, kendi vücuduna yakışır bir şekilde evriltme ihtimalleri pek yoktur, dönüştüremez bu insanlar. Zira dönüştürebilmek bile bir kabiliyet gerektirir. Bu yüzden hiç sekmez; modayı en iyi bunlar takip eder. Böyle insanlar için "vadeli bir giyim dolabı var" diyerek tahkir ederiz. (Ben derim ama "sen kimsin" demeyesiniz diye biz kipi kullandım). Mesela teknolojik ürünleri hemen değiştirme eğilimleri vardır; ekonomik güçleri yetse gösteriş içinde yaşarlar. Kendinde gösterebileceği bir meziyet olmadığı için el mahkum, gösterecek bir şeyler ithal edip durur. Masaya oturduğunda "aa son çıkan telefon modelini mi aldın" diye soralım ki hazret, bir halt olabilsin ya da kendisini öyle sanabilsin... 

Velhasıl bu insanlar, üslupsuzluklarını gizleyebilmek adına; her an ve her kulvarda, her şeyi ithal etme eğiliminde olurlar. Bu bazen kaşık tutma olur, bazen telefon modeli, bazen bir elbise, bazen de bir duygu... Her ne kadar anlık/mukayyed bir şekilde ithal edilmesi mümkün görünse de üslup, genel olarak ithal edilemez. O insanın hikayesini geniş bir süre zarfında ve her anında izleme şansınız olsaydı ithal edilemeyeceğini görürdünüz. Mesela arkadaş ortamında sürekli bir şekilde ithal edip kendine bir üslup devşirmiş olabilir ama kamerayı bir de evine çevirelim. Bakalım evinde de aynı üslubu sürdürebiliyor mu? Ailesinin yanında da kaşığı, size pazarladığı gibi tutabiliyor mu? Dışardayken kötü kokuya tahammül edemez ve herkes de onu kötü kokuya tahammül edemeyişiyle bilir diyelim, bakalım evinde de misler içinde yaşıyor mu? Dedik ya üslupsuz insanlar hangi floraya girerse o floranın kokusuna bürünür. Kendine has bir kokusu yoktur...

İdeal bahsini kısa keseceğim. Zira yukarıdaki üç bahsi okuyan ve yapboz insanı bir nebze tanıyan kişi, gayet iyi bilir ki bu insanların kendilerinden menkul idealleri de olmaz. "Bunu neden yapıyorsun?" sorusuna verecekleri; akl-ı selim, zevk-i selim ve kalb-i selim bir cevapları olmaz. Çok eşelersen şayet kallavi bir iktidar ilişkisi yahut bir kere yüzleşmeye cesaret edilmemiş bakire bir travma bulabilirsin. Hele bir de karşındakini manipüle edebilme kabiliyetine sahipsen çok az bir eforla oradaki çiğliği hemen görebilirsin. Yaptığı şey her neyse pek de ulvi bir amacı yoktur. Basit bir çıkar, belki yüzeysel bir manipülasyonun itkisiyle yapmış olma ihtimali yüksektir. Mesela durup dururken birinden nefret ediyor, "neden bu kızdan nefret ediyorsun?" diye sorsan vereceği cevap kayda değmez. Kuvvetle muhtemel; üç kuruşluk varlığını risk altında hissetmiştir, hasedinden yanıp kavrulduğu bir kıskançlık krizi geçiriyordur. Bunu böyle olduğu gibi dürüstçe söyleyemeyeceği için de kendisine, makul nefret etme sebepleri ithal etmiştir. "Çünkü şu mekana gidiyor, çünkü böyle giyiniyor, çünkü geçen gün bundan yedi..." hep de böyle teknik, yüzeysel başlıklardan başka sebep bulamaz. Zira bu insanlar, dünyayı iki boyutlu temaşa etmekten öteye gidemedikleri için derin bir sebep bile bulmaktan mahrumdurlar. İki günlük idealler ve üç kuruşluk diskurların adamıdır bunlar. 

Gelelim son bahse; bu insanların topluma, katma değer namına bir şey üretebildiklerini pek görmezsiniz. Bir şey üretebilmek için uzun veya kısa vadede bir amaca, ideale sahip olman beklenir. Az önce yazdık; ideal, bu insanlara romantizm gibi gelir ve çıkarlarıyla örtüşmediği takdirde hükümsüzdür. Bunun turnusolü de şu soru olabilir: Dünya üzerinde, senin yaptığın ve bir başkasının yapamadığı, düşünemediği neyin var?  

Hayatı bu şartlar altında yaşayan bir insan, kuşkusuz üreten meşrepli değil tüketen meşrepli biri olur. Akıl, fikir, tarz ve ideal ekseninde katma değer üretmek şöyle dursun alabildiğince ithal eder ve öğütebildiğince tüketir. Nereden ve ne kadar ithal ettiğinin de bir matematiği yoktur. Haliyle bir bütünlüğe hizmet etmeyen yapbozlarla kendine bir silüet yaratır ve ithal ettiği değerlerden de bir kişilik devşirir. Ne kadar kişilik ve ne kadar silüet olduğu da takdirinizindir. 

Kendinden menkul bir şahsiyeti olmayan bu insanlara; kalk, ağacı silkele desen; "Allahım rahmime babasız çocuk koymuşsun, bir zahmet hurmayı da getiriver" derler. Böyle insanlardan kendi kendini gerçekleştirmesini de beklemeyiz, içten içe bunu yapacak otantik bir kabiliyete sahip olmadığını biliriz. Bu insanlar Maslow piramidinde de fizyoloji ve güvenlik kastında sıkışıp kalmıştır ve orada bir ömür tüketir. Sevmeyi bilmediği için bir üst basamağa çıkamaması işten bile değildir. Sevmeyi bilmediğini nereden mi çıkardın? Bir insan kendini sevmiyorsa bir başkasını tahkiken sevemez ve bu tıynette bir insan asla kendini sevmez. Sevebileceği bir kendiliği yoktur çünkü... Sevdiğini zan ve iddia eder; o ucube kendiliğiyle mutluluk naraları atıp çevresindeki üç beş kişiyi, hadi diyelim yirmi kişiyi manipüle edebilir o kadar. Bir drone boyu yukarıdan hikayesine baktığında gerçek gün gibi ortadadır. 

İcbariyet demiştik. Bu insanlar var olmak için bir şeyler ithal etmeye mecburdur. Kendinden menkul bir varlığı haiz olmadığından mecburen yoksunluklarına makyaj yapacak. Özgüvensizlik mi dersin, sefalet mi? Adını sen koy. 

Ve yine bu insan kendini gerçekleştiremez çünkü gerçekleştirebileceği bir kendiliği yoktur. Olmayan şeyi gerçekleştiremeyiz ancak onu varmış gibi gösterebiliriz dimi? Mış gibi yapmak... literatürün her yerinde defalarca yazıldı çizildi. 

Aslında dürüst olalım; belki de biz bu insanları tüketiyoruzdur? Nietzsche'nin üst insan tasarımı için yakıttan ibarettir belki bunlar. Yani bunlar, hayvan mertebesiyle übermenşin arasında kalan insan kümesidir ve bir an önce yok edilmesi gerekiyordur? Yok etmek dediğim itlaf etmek değil elbet; yiyip içeceksin, dövüp seveceksin, hayvandan biraz yukarı, eşrefi mahlukattan biraz aşağı muamele ederek insanımsı varlığını tüketerek dünya hikayene çerez yapacaksın? Olamaz mı? 

Birkaç yıl öncesine kadar bu çıkarıma erişmiş olsaydım kesinlikle bunu kabul ederdim. Ancak şu an, yazarken bile tiksindim. Neyse ki tasavvuf, Nietzsche'nin bu düstûrundan bizi kurtarıyor. İnsanı, sırf o insan olduğu için sevemeyip tüketme iştiyakı duyuyorsak bir adım sonrası kibirdir. Böyle bir kibir çıksa çıksa Batı'dan çıkar ve bir adım ötesi holokosttur... Biz şimdilik yaradılanı, yaradandan ötürü sevmeyi dileyelim. Sevemiyorsak da henüz o kadar olgunlaşmamışız demektir, bu meşrebe revan olana kadar ithal benliklerden ve yapboz insanlardan uzak duralım. Arada bir şehre inip bunların arasına karışmayı ihmal etmeyelim ki nakzımızı seyredelim. Seyredelim ki ne olmamamız gerektiğini ivedilikle ifham ve idrak edelim. Ve infilak... Bu kelimeyi yazı boyunca kullanacak yer bulamadım, yersiz de olsa i ve a seslerinin bir arada yarattığı harmoniye olan ihtiramımdan zikretmiş olayım. Allah hepimizi rîkat üzere kılsın. Rîkat de mükemmel bir kelime, tepe tepe kullanın :) 

Kendilik hikayemizin kadrini bilip buna sahip olmayanları da ilk görüşte anlayacak ferasete erişelim inşallah. Erişelim ki üç kuruşluk ithal benlikleriyle bizlerin, kan revan içinde yekindirdiği benlikleri değersizleştirmelerine müsade etmeyelim. En azından bu yolun yolcusu olalım... 

Bir de şiir ısmarlamak isterim: "Yaptığın hatalar kadar büyük olmadın" by Yunus Özyavuz. İçimden geldi. 







Yorumlar

Popüler Yayınlar