Havf ve Reca
Gençliğimin ilk yıllarında, toplumda öne çıkan hangi kanaat varsa onun sınırlarından taşmam gerekiyormuş gibi hissederdim. Delikanlılık yahut ergenlik dedikleri döneme tekabül ediyor belli ki. Tabi o dönemler biri çıkıp "yavrum sen delikanlı çağlarındasın, ondan böyle asilik yapıyorsun" dese ona da taşardım. Sonra yaklaşık bir 10 yıl boyunca aklı ve ruhu var gücüyle taşınca insan görüyor ki taşmak, pek de sandığımız kadar matah bir şey değilmiş. Bu çıkarım, toplumun varlığıma çizdiği sınırlara artık biat ettiğim anlamına gelmiyor. Kanımın pek de deli akamadığı yaşlara gelmemin etkisidir. Yaşın insan üzerindeki etkisini de çok söylerdi toplum, o zaman da onlara karşı "akıl yaşta değil baştadır" derdim. Sanki başın, yaşla hiç alakası yokmuş gibi.
Geçen ay hayatımda yapısal bir değişiklik fark ettim. Artık kamusal alanda bir abla olmaya başlamışım. Garsonlar, tezgahtarlar, hizmet alırken karşılaştığımız emekçiler hep kardeşim yaşındaydı ve ben toplum tarafından tereyağından kıl çeker gibi abla yapılıverdim. Çocuklarla gündelik hayatımın muhtelif yerlerinde karşılaştığım vakit, hemen hazırda bekleyen bir müşfik, yaşını onlara dayatmaktan imtina eder vaziyette beliriveriyor. Bir keresinde Kevser'le kahve içiyoruz, kendisi benim garsonlarla şakalaşan flörtöz halime hep çok güler. Ben de çocuklara çok takıldığımı, bu yaşta iş hayatına atılmış olmalarından duyduğum anaç duyguyu şakalaşarak sürekli masaya meze ettiğimi fark ettim. Hava esiyor, sırtına atlet giydi mi? Çocukların final haftası şu an, kardeşimden biliyorum, sınavlarına çalışabiliyor musun? Yan masadaki hayvan oğlu hayvan canını sıktı, benim siparişimi hemen getirmesen de olur ya da getir, seni biraz güldüreyim de neşen yerine gelsin. Bunlar benim iç seslerim tabi. İçerde anaçlığın verdiği bu mahrem kaygılar tetiklenirken kamusal sınırımı da biliyorum, çocuklara bu abla kaygılarımı yansıtmıyorum. Beynim belli ki bir yönlendirme yapıyor ve bu iç mülahazaların da etkisiyle onların yüzünü güldürmek istiyor. Zaten nicedir, hayatın bizlere tebelleş ettiği her şeyle mücadele edemeyeceğimizi, mücadelenin bir sonuçtan ziyade yekpare bir süreç olduğunu fark ettim. Ve bu süreçte, mümkün mertebe birbirimize iyi gelmeye çalışmanın, yaşamanın en iyi yollarından biri olduğunu, birimiz daha çok yorulduysa öbürümüzün dinlendirmesi gerektiğini ve hayatın böyle bir usulle daha yaşanılabilir bir hal aldığını gördüm.
Bu ablalığı ve toplum katmanındaki yerimin ne kadar da çok değiştiğini çok daha şiddetli hissettiğim bir yer daha var; askerler... Benden kaç yaş küçük çocuklar, peygamber ocağına gidiyor. Bu şu anlama geliyor: şartlar gerektirirse ben rahat uyuyabileyim diye ölmeye gidiyor. Hay on beşli on beşli... Askere giden yavruların yaşını normalleştiremiyorum, başlarına bir şey geldiğinde evlat acısına yakın bir şema ızdırap veriyor.
Velhasıl sevgili dostlar, benden küçüklere dair neşvünema bulan bu yetişkin duygular tarafından ele geçirilince fark ettim ki toplum, o kadar da iş bilmez değilmiş. Gerçekten de varmış bir bildiği, hakikaten de bizi sevdiği ve korumaya çalıştığı için sınırlar çiziyormuş. Hoş bunun en iyi yolu bu değil şüphesiz. Bize düşen, önünü ardını anlatmadan sınırlar çizerek değil gençlerin yolculuğuna refakat edip sınırları kendilerine çizdirerek ablalık yapmak olabilir. Yaşın getirdiği bu olgu, sarsılmaz bir gerçekmiş ve bu gerçeği en iyi ihtimalle nasıl işlevsel kılabiliriz? Ötekimizi en az inciterek ve en fazla verimi almasını sağlayarak bunu nasıl başarabiliriz? Eşek değiliz ya o kadar okuduk ve hatta hayvan değiliz ya karnımıza yaşamadık. Tecrübî aklın da refakatiyle birlikte çocuklara en iyi şekilde eşlik etmek, onlar fark etmeseler de yollarını kolaylaştırmak boynumuzun borcu. Bizim yaşlarımıza geldiklerinde nasılsa fark edecekler. Hayata katılım sağlıyor ve yaşamak işini bir ucundan tutuyorlar. Bunu seyretmek de hazin bir gurur veriyor.
Neyse bu yazının konusu bu değil :) Yaşım ve toplum, beni bu mertebeye getirince içsel muhasebemde de yeni bir evreye geçtim. Bugüne kadar karşı çıktığım ve "hayır ben öyle değilim" dediğim ne varsa karşılaştıkça üzerine yeniden düşünmeye başladım. Onlardan birini yazmak istedim bugün. Birkaç yıldır aklımdaydı ve herkes asırlardır söylemesine rağmen ben bir türlü bunu kanıksayamıyordum. Neden toplumun bindörtyüz yıldır söylediği bir cümleyi içselleştiremiyordum? Bunun gençlikle bir alakası vardır elbet fakat daha ziyade benim karakterim ve kendiliğimi yüzdürdüğüm suların şiddeti belirlemiştir. Tüm bu sebepler, ben toplumun ablası olmaya hak kazanacak şekilde büyüyünce yerini suhulete bıraktı. Noktaları teker teker birleştirecek yaşa gelecek kadar tecrübe sahibi olunca hakkını almaya başladı.
"Mümin, havf ve reca arasında olmalı"
İşte bu cümleyle yaklaşık beş yıldır savaş halindeydim. Ben bu cümleyi hep, literatürün ve toplumun da etkisiyle Allah'a karşı bir yerden duyuyordum. Yani Mümin, Allah karşısında korku ve ümit arasında bir yerde olmalı diyordu. Evet Allah'ın Celal ve Cemal sıfatını biliyorum, merhametinden emin olduğum gibi Kahharlığını da biliyorum. Hatta arkadaşlar, tüm bu tikotomilerin ortasından geçerken tevhidin tam da bunların ortasını bulmak olduğunu da birçok kez hakkıyla idrak etmiştim. Pentagram'ın Bir şarkısını dinlediğim bir güz gününde, Eminönü'nden Kadıköy'e vapurla gittiğim bir gün batımında bu kırılmayı yaşamıştım ve tüylerim diken diken olmuştu. İnsanın, tevhidi ne zaman ve nasıl idrak edip inanacağı hiç belli olmuyor inan ki :) Söyleyeceğim şey size kibirli gelmesin isterim ama şu an kafanızdan geçen "ya Zeynep Hülya bu cümlede anlaşılmayacak ne var" diyip sıralanan cevapları ve daha nicesini epey okudum ve yaşarken ziyadesiyle temaşa ettim. O yüzden sidik yarıştırmayalım, geçelim buraları. Size tüm dürüstlüğümle diyorum ki neyi anladıysam anladım ama "mümin, havf ve reca arasında olmalı" derken dikte edilen havf'ı bir türlü anlamıyordum. Gençliğin verdiği yetkiye dayanacak yaşları da geçtiğime göre bu cümleyle husumetim sessiz sedasız devam ediyordu. Ta ki geçen gün, bu cümleden bağımsız bir şekilde korku üzerine düşünene kadar.
Korku duygusu, en az öfke kadar tanımakta zorlandığım bir duygu oldu. Ben hiç korku duygusunu hatırlamıyorum. Korkuyu ne kadar da bilmediğimi ilk fark ettiğim anımdır: kuzenlerimle amcamın halısahasına tost yemeye gidiyorduk, yaş 12-13, pitbulumsu bir köpek bize doğru koşmaya başladı, kuzenlerim çığlıklar atarak koşmaya başlarken ben hiç istifimi bozmadan yavaşladım. Saldıracağını hiç düşünmüyorum, böyle bir düşünce bende olmuş olsa elbet korkardım ama diyor ki iç sesim: "bu köpeğin sahibi eşek değil ya, saldıracak olsa böyle başıboş halısahanın kapısına bırakmaz". Köpek saldırmadı, kuzenlerim nereye kaçtı takip edemedim, ben şaşkın bir vaziyette, köpek de yanımda yürürken halısahaya girdim ve amcamın yaptığı tostu yedim. Eve döndüğümde kuzenlerimi evde korkudan ağlarken buldum. Normali buydu demek ki, hepsi aynı tepkiyi verdiğine göre. O günden gayrı korkusuz bir kahraman olmaya başladım kuzenlerim arasında. Zülya hiçbir şeyden korkmuyor, böcekleri ben alıyorum, mahallede sorun çıkarsa ben çözüyorum, biri bir şey söylerse ben savunuyorum, ya döverse diye korkmuyorum. Bu özgüven nasıl ve hangi ara oluştu bahsini geçelim, sonuç olarak korku duygusu, benim ziyadesiyle yabancısı olduğum bir duyguydu geçen seneye kadar. En azından toplumdaki korku eşiği, benim kendi eşiğimin epey altındaydı. Ben nadiren, çok büyük krizlerde, çok şiddetli bir adrenalin duyuyordum, o da o krizi çözmemdeki en büyük motivasyonum oluyordu. Yani ben, herhalde korku diye tanınan o yüksek adrenalini, yaşantıma yakıt haline getirmişim bir yerde, nerde oldu hatırlamıyorum. O yüzden sizler korku dediğinizde, bende canlanan karın ağrıtan bir heyecandan ibaret oluyor, onu da hissetmeyi çok seviyorum...
Korkuyu düşünürken iki yıl önce, öfke duygusunu ilk fark ettiğimde yaşadığım şaşkınlığı hatırladım. Öfke duygusuna karşı da benzer bir cahillik içindeydim. Aslında benim de öfke duygusunu çok iyi bildiğimi ve hayatım boyunca ziyadesiyle öfkelendiğimi idrak etmiştim. Bunu bu zamana kadar fark etmemiş olma sebebim, toplumu öfkelendiren şeylerin beni öfkelendirmemesiydi. Toplum, tikel mevzulara da haddinden fazla öfkelenebiliyor ve ben bunları hiç gündemime bile almıyorum diye öfkesiz zannediyordum kendimi. Kuzenlerim köpekten korkuyor, ben korkmuyorum diye korkusuz zannetmişim kendimi. Oysa ben öfkeyi de korkuyu da çok iyi biliyormuşum. Mesela tüm politik duruşumu; devasa bir öfkenin, tutkunun, umudun ve heyecanın gölgesinde yekindirmişim. İyi, doğru ve güzele baş kaldıran her şeye karşı son derece öfkeliyim. Bu öfkenin verdiği sorumluluk bilinciyle hemen cepheye inip savaştığım için olmalı, öfke üzerine pek düşünemedim, ben savaştığımın farkındaydım, savaşa neden başladığımı es geçmişim... Velhasıl öfke çok dünyalık bir duyguydu, aydınlanması da çok kan dökmedi haliyle. Fakat korku...
"Ben Allah'tan korkmuyorum" demek, söylemesi çok zor bir cümle. Bir insan son derece iman ettiğini bu kadar hissederken Allah'tan nasıl korkmayabilir? Hemen aklım yardımıma koşar böyle durumlarda ve bu çıkmazı hemen rasyonalize ederiz birlikte. Ben Allah'ı çok sevdiğim için ondan korkmuyorum. Ben onu çok sevdiğim için saygı duyuyorum, korktuğum için değil. Bu kadar merhametli olduğuna inandığım bir varlıktan neden korkayım? Herkes bu kadar Allah korkusundan bahsederken bende neden yaprak kıpırdamıyor? "Allah'tan kork" cümlesi bende vicdan şemasına garkolmuş, hayatımın bir yerinde eşitlenmiş. Mesela "Allah'tan da mı korkmuyorsun?" demek yerine "Senin hiç vicdanın yok mu?" diyorum. Allah ve korku arasında bir türlü irtibat kuramıyorum.
Geçenlerde ilk kez, Allah'tan hiç korkmuyor olmaktan korktum. Birinin duasını almış olmalıyım ki içime bunun korkusu düşüverdi. Bu duyguyu tadınca çok mutlu oldum çünkü bindörtyüz yıldır tüm müslümanların söylediği bir şeyi kabul etmiyor olmak acayip canımı sıkıyordu. Bir bildikleri vardı ama ben o bildiklerini bir türlü hissedemiyordum. Şimdi, tevhid gibi, öfke gibi bir kırılma daha yaşayacağım ve dünyaya dair bir kilit daha açılacak ve ben onun arefesindeydim. Şu hayatta en çok neyden korktuğum üzerine düşünmeye başladım. Bu soruya vereceğim cevap, beni Tanrı'ya bir adım daha yaklaştıracaktı belli ki.
Ben bu mülahazalardan geçerken kader de bana omuz verdi ve hiç olmayacak şeyler oldu. Öyle bir sillesini yedim ki kaderin; hiç yıkılmaz dediğim kalelerimi yıktım, geçmem dediğim yollardan geçtim. Daha önce hiç bu kadar değişmemiştim. Ahmet Erhan'ın da dediği gibi "Daha önce hiç bu kadar ölmemiştim"... Bu hadiseler yaşanırken en öne çıkan arzumun peşine takıldım; intikam? Bugüne kadar intikam almamı gerektirecek sayısız ihanete maruz kalmıştım ama bu arzu, hiç bu kadar şiddetli olmamıştı. Yanıp tutuşuyordum; haklılığımı dizginlemekte, beddua etmemekte, lanet okumamakta, birilerinin hayatını yakıp yıkmamakta o kadar zorlandım ki sanki barajın panelleri kaldırılmış ve ben hiç desteksiz tüm suyu durdurmakla vazifelendirilmiştim. Sanki kervan göçmüş, dağlar başında kalmıştım. Sonra bir arkadaşım, son derece basit bir şekilde bir soru yöneltti. Büyük kırılmalar genelde çok basit cümlelerin ardından geliyor bilirsiniz. "Neden durduruyorsun ki kendini?" Hakkaten neden durduruyorum kendimi?
Kendimden korktuğum için... Aklımdan, zekamdan, potansiyelimden, manipülasyon kudretimden, ikna kabiliyetimden... Allah'ın beni yaratırken ortalamanın üstünde zerk ettiği tüm meziyetlerimden korktuğum için. Ben seni, intiharın eşiğine getirecek güçte olduğumu biliyorum ama intihar etmenin beni mutlu etmeyeceğini de biliyorum ve hatta ardından kahrolacağımı da. Ben başkasının mutsuzluklarıyla beslenemiyorum. Bu yüzden seni intiharın eşiğine getirmemem gerekiyor ama içimde taşan duygunun şiddetinden çok korkuyorum. Onunla baş edemezsem seni intiharın eşiğine getiririm diye kendimden korkuyorum. Hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım... Eğer kaybedersem yenilenlerden olacaktım ve dünyalı bir çamur bulanacaktı yüreğime. Ya ömrümün geri kalanında vicdanımın isyanıyla uğraşacaktım ya da kalbim git gide kararacak ve bir yerden sonra vicdanımın sesini bile duyamayacaktım. İnsan kötüyü bilir, kimse kendini kandırmasın. Birine kötülük yaptığında, ne yaptığını bilirsin. Bile bile kötü olanı yapmak istemiyordum. Atmış bin yıllık insanlık tarihindeki sonsuz hikayelerden biriyim, 70-80 yıl yaşayıp kapatacağım bu defteri ve Allah'ın huzuruna gururla gitmek istiyorum. "Allahım ben bu dünya sınavını hakkıyla verenlerden oldum. İyiliği, güzelliği ve doğruluğu; elim, kalbim ve dilim yettiğince muzaffer kılmaya çalıştım" diyenlerden olmak istiyorum. Bu sebeple yüreğimi, o dünyalı çamurdan muhafaza etmek zorundayım. Bunu başarabilmeliyim. O kadar korkunç bir imtihandan geçiyordum ki kendimin dehlizleriyle karşılaşmam da kaçınılmazdı.
Sular biraz duruldu, ağır zaiyatla atlattık bu hengameyi de. Kimse intihar etmedi, kimse intikam almadı, kimse kendine yenilmedi. Herkes, nasıl bir kendilik büyütmüşse onun gereğini yapmaya devam etti. Herkes kendi yüreğinin ekmeğini yedi. Kahpeler kahpelik, mertler mertlik yapmak suretiyle evlerine dağıldı. Benim heybeme kalan da bir ömür şükredeceğim bir zafer oldu.
Dünya hikayesinde intikam ve ihtiras kaçınılmaz, onunla mücadele etmeyi öğrenmek olgunluktur. Tüm hücrelerinde yanıp tutuşan bir ateşe kapılmamak için hangi dereden geçmek gerekmişse ordan geçtim. Peki söndü mü ateş? Hayır. Bir kere kendinden bu kadar korkmayı öğrendiysen geçmiş olsun. Hayatın boyunca giderek kendinden korkmaya devam edeceksin. Zira öğrenme böyle bir süreçtir. Beyazın beyaz olduğunu öğrenmişsen hayatının sonuna kadar öğrenmemiş gibi yapamazsın. Beyaz artık beyazdır senin için... İnsanın kendinden korkabileceğini bir kere öğrenmişsen kendinden hiç korkmamış gibi yapamazsın. Sen yine ordasındır ve yine kendinle cebelleşmek zorundasındır. Her zaman...
Havf'ı idrak ettik, peki ya reca bu idrakin neresinde kaldı?
Yapabilme kudreti, özgüven, mücadele edebilmiş olmak vs adına ne dersek diyelim, verdiğimiz savaşı tanımlamakta karizmasız kalacak. Bir insanın kendi içinden neşet eden arzulara yenilmemesi, dünyada verip verebileceği en büyük zafer olabilir. Ben kimseyle savaşırken bu kadar yorulmadım. İnsanları alt etmek çok basit, yiyorsa kendini alt et... Kendiliğimden sadır olan bu dünyalık duyguları dizginleyebilmek bana muazzam bir huzur veriyor. Huzur, güven, mutluluk, itmi'nan... Her şeyden ziyade umut veriyor. Ben bundan sonraki savaşlarımı da yenebilirim deme özgüveni veriyor. Ben, böyle bir savaşta bile intikama tevessül etmeyerek kendiliğimin en iyi, en doğru ve en güzel yanlarını bu bataklıktan çıkarabildim, bundan sonrakilerde çıkarırım diyebilme hakkı veriyor.
Sonra fark ettim ki kendime dair korkumla o korkuyla baş ettiğim özgüven aynı evin çocuğu. Korkum, kendime duyduğum güvenden ve dolayısıyla umuttan, umudum da o korkuyla savaşabileceğime duyduğum inançtan geliyor. Korkuyorum evet ama o korkuya pabuç bırakmayacak bir kendilik büyüttüğümü de biliyorum ve o kendilik bana çok güven veriyor. Bu güven de umut...
Kendimle kurduğum ilişkide "havf ve reca"yı böylesine hissetmiş olmak, bindörtyüz yıldır insanların bangır bangır bağırdığı cümleyi de idrak etmeme vesile oldu. Nihayetinde Hallac'ın "Enel hak" dediği yerin pek de uzağında değilim. İnsanın kendini tanıdıkça Rabbini tanıdığını öğreneli çok oldu. Kendimle ilgili fark ettiğim her şey, beni inandığım Tanrıya bir adım daha yaklaştırmıştı. Yine öyle olacaktı.
Korkuyla umudun bir arada, aynı anda, aynı ruh ve akılda, aynı muhataba karşın neşvünema bulması; beni İslam'ın çekirdek felsefesine bir kere daha hayran bıraktı. Tevhid... Bu tarz kırılmalarımın sonu hep tevhid inancına çıkıyor. Tevhid, ne kadar da katmanlı bir felsefe. Sufiler neden hakikati yolda olmakla özdeşleştiriyor daha iyi anlıyorum. Son beş yıldır, bir taraftan böyle bir aydınlanmalar yaşadıkça tevhid inancına bir adım daha yaklaştığımı hissediyorum, bir taraftan da daha yaşanacak sonsuz aydınlanma olduğuyla yüzleşiyorum.
Eskiden "tamam, oldum, büyüdüm, olgunlaştım" yargılarına çok kolay varırdım. Hayat, delikanlılıkla beraber bu hakkı da elimden aldı. Belli ki biz, sancağı sahibine teslim etmeden "tamam, oldum" diyemeyeceğiz. Çünkü hiçbir zaman tamam olmayacağız. Kendime, Tanrıya ve dünyaya dair açılan her yeni kilit, henüz açılacak çok kilit olduğunu gösteriyor.
Açılan her kilit karşısında yanı başımda bulduğum o çocuksu hayretim, tüm bu badireyi yaşarken yeni bir şey öğreneceğim diye hissettiğim körpecik heyecanım ve idrak ettiğim hikmet karşısında Allah'ın mutlaklığına karşı duyduğum hayranlığım... Hayret, heyecan ve hayranlık... bu hikayeyi yaşamayı çok seviyorum.
Buraya kadar okudunuz mu? Sizi çok seviyorum. Tanımıyorum belki ama hakkaten yaradandan ötürü, sizi çok seviyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder