Erteleme Hastalığı: İşçinin alın teri kurumadan...
Yıllardır okuduğum her şeyin desteklediği bir hayat düsturu bu; harekette olakalmak, yürüyakalmak, devam edebilmek, düştüysen kalkabilmek, e bilmek... ferdin istidatının, hep bu yönde olması. İrade kelimesini de buraya raptediyorum, anlatacağım.
Amcamın ne demek istediğini bu yıl, onsuz geçirdiğim ilk yazlık tecrübemde hatırlayıp ifham ettim. Muhteremi geçen sene, bir gece ansızın kaybettik, ailesi belli ki yüzleşmekten imtina edip yazlığa gelemedi, bense bu kadar etkileneceğimi öngöremeyip geldim. Zira amcam, vefatının ardından gündelik hayatlarımızı değiştirmemizi istemezdi, hareketimizi akamete uğratmamızı istemezdi. Daha önce ailede bir vefat ve düğün çakıştığında kendisine "düğünü erteleyelim mi" diye sormuşlardı. O da "cenazemizi hürmetle uğurlayalım, yuvamızı heyecanla kuralım, hayat iyisiyle kötüsüyle bizimdir, iyi de kötü de bizimdir, hiçbir şeyi ertelemeyin." demişti. Yetişkinliğimde şahit olduğum, ailemizi çok sarsan ilk ölümün ardından böylece bir kuzenimizi evlendirmiştik. Geçen ay Filistin'de düzenlenen toplu bir düğün merasiminin videoları düşmüştü. Biz dünya müslümanları, onların bu harekete devam edebilme istidatlarına hayran kalmıştık. Dün bomba düşmüş ocağına, bugün gusül almak için aynı ocakta su kaynatabiliyorsun, seni dünyada hiçbir kudret durduramaz. Batı'nın gölgesinde pörsümüş aklımız, Filistinli gençlerdeki o kudreti alamadı. Biz biraz Batının sillesinden geçtik dostum, mabatlarımız pembeleşti, sizi anlamakta güçlük çekmemiz bundan.
Dedim ya yazlıkta yalnızım, üç gün önce perdenin kornişi düştü, dübel ve matkap lazım bir de iş bilen bir insan. Dübelin adını da bu vesileyle öğrendim, neyse. Hiçbiri yok, merkeze gidip kendim çözmeliyim ama bir türlü gidemedim. Korniş üç gündür düşük, el yordamı çözümler ürettim ama tutmadı. Üç gündür yaşamaya devam ederken bir de kornişin düşmekliğiyle uğraşıyorum. Bugün sabah, kornişin vaziyeti canımı sıktı ve amcamın geçen sene söylediği şeyi hatırladım "...Eğer çözmeyip sabaha bırakırsan seni yorar, gerek yok yorulmaya." Hikmet dolu bir ders bırakmış gençliğime. Zira korniş düşmekliğiyle kalmıyor, aynı zamanda muhtemelen perdesiz bırakıyor evi. Kapının tam üstünde olduğundan eve giriş çıkışlarımda sıkıntı çıkarıyor, gece kapalı tutmak için bir süpürge sopasıyla tutturuyorum, dün fark ettim ki sopaya alerjim varmış, hapşurmaktan öldüm. Gündüzleri kapıyı açık bırakıyorum ki kornişi tutsun. Dün kapı aniden rüzgarla çarpıldı ve ben telaştan, az evvel kaynattığım sütü üzerime döktüm. Bacağım epeyce yandı, tüm gün bir de bacağımla uğraştım. Alt tarafı bir korniş düştü, başıma gelmeyen kalmadı. Daha doğrusu; korniş düşer düşmez çözmediğim ve kornişi düzeltme işini ertelediğim için, hayat boyu bacağımda bir yanık izi kaldı. Görüyor musun şu işi.
Harcıalem psikolojizm akımıyla olan husumetim, önceki yazılarımı okuduysanız malumunuzdur. Erteleme hastalığı diye garabet bir gündemi var psikolojizmin. El-insanı, hiçbir şeyi ertelememesi gerektiği hususunda ikna etmeye çalışıyor, bunları biliyorsunuz.
Şahsımın moderniteye tepkiselliği, kültürümüzün özünü idrak ettikçe katmerlendi. Bizim kültürümüzde haddizatında erteleme gibi bir refleks yoktur. İş, fark edilir fark edilmez halledilir. Akşamki bulaşık sabaha bırakılmaz, olur da gençlerin bırakası gelirse diye "cinler üzerine işer" mealinde bir komplo teorisi salıkverilmiştir kognitif hafızamıza. Peygamber yadigarıdır: emekçinin ücreti, alın teri kurumadan verilir; eğer hemen verilmezse para, sermayedarın cebinde birikir, işçinin ihtiyacı hemen görülemez, borçlanır, harçlanır. Sermayedarın cebinde biriken para katlanır, faize bulanır, gittikçe büyür ve tekelleşir, zenginleşen sermayedar, gerçeklikten kopar ve işçiyle arasına gerçeklik mesafesi girer, bu kaçınılmazdır. İşçinin borcu büyürse faize bulanır, borç yiğidin kamçısı olduğu kadar haysiyetini yıpratan belasıdır. Borçlu olmak, işçinin şahsiyetini incitir, konu komşuya bakarken ve çarşıya çıkarken ihtiyaç duyduğu eser miktarda özgüvenini hırpalar. Alt tarafı bir "işçinin alın teri kurumadan parasını verin" öğüdünün başımıza açtığı işlere bakın.
Dünyalık bir işi ertelemek, bilinçaltımızda o işe hak ettiğinden daha büyük bir değer ve önem atfetmeyi doğurur. Tabiri caizdir: "Sen o kadar büyük bir işsin ki seni halledebilmek için çok fazla zamana ve çok büyük bir emeğe ihtiyacım var, şimdilik ben, senin karşısında yetersiz ve mağdurum ama en kısa zamanda senden daha büyük olacağım ve seni halledeceğim, söz." demiş oluyoruz. Psikolojizm bu erteleme hastalığının altından "mükemmelliyetçilik" gibi bir şema çıkardı. Biraz daha eşelediğinde; özgüvensizlik, kendinden memnun olmama, kendini yetersiz ve değersiz görme, bir haltı tek başına yapacak kadar yetkin olamadığını varsayma, harekete geçecek kadar güçlü hissetmeme gibi sekonder çıkarımlarda bulunabiliriz, bulunduk nitekim. Demek bir işi ertelediğimizde, o işin bizden daha hatrı sayılır bir hüviyete bürünmesini sağlamış oluyoruz. "Sen ey dünyevi iş, benden daha büyüksün. Ben ki eşref-i mahlukatım ama senden büyük değilim." Vayhek, nasıl bir yenilgiyle başlamışız güne. Gündelik hayatımızda böyle kaç tane yenilgi var? Aklımıza gelen kaç tane hedefi, hangi sebeplerle erteliyoruz?
Dünya üstümüze saldırıyor, karşımıza sürekli bir iş ve hedef çıkarıyor. Yılmaz'ın da dediği gibi "her şey için çok uğraşıyoruz." Çok uğraşmak zorunda kalıyoruz, neden? Yapılması gerekeni; hemen o an, kendi zamanında kendi bağlamında ve kendi erekliliğinde yapmayıp ertelediğimiz için. Eğer kornişin tamirini ertelemeseydim, saat başı bacağıma pansuman yapmak zorunda kaldığım bir sebep halkolur muydu allahu alem. Biz erteledikçe o amacın yükü artıyor. Yük dediğim; zaman ve yaşamdır. Zaman geçmekliğiyle o yükü ağırlaştırıyor, yaşamak işine devam edildikçe o yükün sırtına yeni hikayeler bindiriyor. E zamanı durdurma kudretimiz yok, zaman devam ettikçe hikaye de devam ediyor ya. Bu ikisi karşısında insanoğluna, herhangi bir inisiyatif tanımamış Rahman. O halde bunun karşısında nasıl bir pozisyon alalım ki yorularak yaşamamız gerekmesin? Küçük bir süngeri taşımak kolaydır, hemen ulaştırılması gereken yere ulaştırmaz da ertelersek ertesi gün yağan yağmurla ağırlaşır, ağır ağır yürümek zorunda kalırız. Yağmurda üşütür hastalanırız, süngeri bırakmamız gereken diyara varana kadar ne badireler atlatırız kim bilir. İşte bizim öz kültürümüz, bu noktada diyor ki "Evladım elinde bir sünger var ve bırakılması gereken yeri biliyorsun, önce onu teslim et, sonra yaşarsın. Sen şimdi gençliğine güveniyorsun, aman ne olacak yarın bırakırım diyorsun ama ola ki bir yağmur yağarsa? Ona da 'ben gencim, ıslak sünger de taşıyabilirim' diyeceksin, bugün kendini yok yere bu kadar yorarsan 40'ına 50'ine geldiğinde nasıl koşacaksın?"
İnsanın dünyaya galip gelip hayatından memnun olması, erteleme refleksiyle çok ilişkili geldi bugün. Aile terbiyemdenmiş, akranlarım arasında tanıdığım en ertelemeyen insanım. Yapılması gerekeni yapmak, kişisel bir refleks halini aldı bende. Hatta bazen eleştiri alıyorum bu konuda "Hayatı sürekli aradan çıkaracak şekilde yaşıyorsun" diye. Bu eleştiri çok canımı acıtıyordu bugüne kadar fakat bugün; kornişin, rahmetli amcamın öğüdünün, peygamberin hadisinin de yardımıyla yıllardır maruz kaldığım bu eleştiriyle başa çıktığım ilk gün. Aradan çıkardığım hayat değil; hayatı yaşarken dünyanın önüme getirdiği teknik işlerdir. Kitap okumam gerekiyorsa yemeği aradan çıkarırım çünkü buradaki asl öğrenmek, fer de beslenmektir. Yani esas olan kitap okumak suretiyle bir şey öğrenmektir, yemek yemek ikincil bir vecibedir. Halihazırda yemek yemek, doğduğumuzdan beri başımıza tebelleş olan dünyalık bir bela. O belayı güzelleştirmek için insanlık olarak yapmadığımız iş kalmadı. Sırf beslenme işi bize zul gelmesin diye gastronomi marifetiyle neredeyse sanat icra ediyoruz yemek işinde, eyvallah. Beslenme sorumluluğumuzu güzelleştirmeyi başardık, yemek yemek mükemmel bir şey ama nihayetinde tuvalete gitmek gibi hayvani bir gereklilik. Zaman zaman aradan çıkarılması gereken bir kimlik atayabiliriz ve bunu yaptığımız için kıyametleri koparıp birbirimizi yargılamamalıyız zannımca. Doğduğumuzdan beri ve belli ki ölene kadar yiyeceğiz, ne abarttınız şu işi. Yapılması gerekeni yapalım, yemeği de şimdilik aradan çıkaralım nasılsa bir ömür yiycez? Özellikle boğa ve akrep burçlarından çok fazla mobinge maruz kaldığım bir husus olduğu için yemek bahsini uzattım, farkındayım. Kıssadan hissesi: yapılması gerekeni yapmak bazen zaiyat verir, hayatın biraz müsveddesi olur abartmamak lazım. Müsveddelere de tapmamak lazım, biz onları çok güzelleştiriyoruz ve sanki aslolan onlarmış gibi zannetme hezeyanına düşüyoruz. Halbuki nihayetinde insan kuru ekmekle de beslenebilir, evet carpaccio ben de severim fakat carpaccionun mükemmelliği, beslenme eylemi kapsamında olmaktan kurtarmaz bizi. Yanılsıyoruz, yanılsadığımızla kalmıyor, yanılsadığımız yerlere tapıyoruz. Halbuki sen yapılması gerekeni yap sonra oturur güzel bir yemek yersin ve işte o zaman afiyet olur. Hikayeye devam edeceğiz ya, işimiz gücümüz var.
Geldiğim ilk gece köy camisine gittim, Gökçeada Uğurlu Köyü. Burdaki imamın tilaveti Kabe imamlarınkiyle yarışır, yolu adaya düşen olursa muhakkak yatsıya yetişsin. Nasipte ağlamak varmış ki imamın hanımı rahatsızlanmış, gelmemiş. Cemaatten de kimse öne çıkmıyor, epey bekledik sonra biri çıktı da kıldırdı. Eskiden böyle durumlarda amcam ezanı okur, namazı kıldırırdı. Amcam köydeyken imam epey rahat olur, vazifeyi de sık aksatırdı. Namazı kıldırmak için biri öne çıkana kadar epey bekleyince yine amcamı hatırladım. O hiç bekletmezdi, anında öne geçerdi. Birgün bahçede oturuyoruz, yatsıdan dönmüşüz, semaverde çay demledi bize, cevizin altında sohbet ediyoruz. Bizim ufak erkekler, (erkek çocukları mal olur bilirsiniz) amcamın tilavetinin kötü olduğunu söyledi, amcam gülümseyip "Ben bilmiyor muyum tilavetimin imamınki kadar güzel olmadığını, biliyorum tabi. Tilavetim güzel değil diye ezanı okumaktan çekinirsem kim okuyacak? Kendime güvenip namazı kıldırmazsam kim kıldıracak?" Bu sözlerindeki hikmeti de kendimce çözümleyip daha fazla vaktinizi almayayım. Müslümanca yaşamak ne demek, amcam öğretti.
Tanıdığım en güzel Müslümandı amcam. Tüm ailenin nikahını o kıyıp yüzüklerini o keserdi. Çok güzel dua ederdi bunları yaparken. Ben meslekten ilahiyatçıyım, kurumsal dinle husumetim okul sıralarında başlamıştı. Ezberden dökülen dini ritüellere karşı kendiliğinden bir hürmet peyda olmuyor. Amcam kişisine göre, zamanına göre, meşrebine göre dua ederdi ve bir sonraki cümlesini ön göremezdik. Onun dualarını ve sohbetlerini dinlemeyi çok severdim. Şahsiyet sahibi, orijinal bir adamdı. Düğün merasimlerine pek merağım yoktur fakat amcam bana da bu duaları etsin diye evlenesim gelirdi. Tüm bu düğün merasimlerini bana yaptıracak tek kudret amcamın dua seromonileriydi. Gelinlik filan hayal etmedim hiç ama amcamın yüzüğümü takarken dua edişini çok hayal etmişimdir. Dua esnasında damatla şakalaşmalarını, bana dair yapacağı esprileri, tüm bunları bir duanın içerisinde yapışını...
Onun gündelik hayatta kurduğu alelade bir cümleyi anlamak için ne kitaplar okumuşum. Verdiği her öğüdün ardında bir külliyat ve hepsinden önemlisi bir hikmet varmış. Yaşarken mim koyma gereği hissetmiyor insan bunlara. İlme saygısı sonsuzdu, kendisi de okumayı ve öğrenmeyi hiç salmamıştı ama mesele bu değildi. Bu adam, peygamber gibi yaşamaya çalışan çok güzel bir müslümandı. Vefatından sonra gizlice bakımını üstlendiği insanlar çıkıverdi, hayatı boyunca elini uzattığı filizler geliverdi. Ne kadar çok insanın hayatına değdiğini de o gittikten sonra fark ettik. Bir kriz söz konusu olduğunda asla ertelemeyen; bir sorumluluk almak gerektiyse sağına soluna bakmadan vazifeye atılan; yapılması gerekeni yapan ve fakat ne yaptığına dair hiç konuşmayan... Bugün bu saydıklarımı yapabilmek için ne terapiler alıyoruz, bilmem ne psikolojik hastalıklara maruz kalıyoruz. Oysa bizim öz kültürümüzde olması gereken buydu; yapılması gereken yapılırdı. Bunları hatırlarsak kendimize şifa bulcaz diye yaban diyarlardan, içinde ne idiği belirsiz ilaçlar ithal etmek zorunda kalmayacağız. Büyüklerimiz hiçbir şeyi ertelemezdi, modern modern işler çıkarmışız başımıza.
Gelelim irade kavramını, neden harekette kalmaya raptettiğime. Kader bahsine girmeyeceğim, İslam tarihinde bu bahse girip herkesin gönlünü hoş ederek çıkabilen olmadı. İrade de kader bahsinin bir mimidir, malumunuz. Ben tercih meselesine epey döşeliyim. "Benim tercihim, ben verdim bu kararı" gibi cümleler, henüz dövülmemiş idraklerden süzülüp gelen ergence terennümlerdir nezdimde. Fakat nereden bakarsak bakalım irade diye bir kelime var. Arapça istemek fiilinin, türkçemizdeki bir tezahürüdür. İrade kelimesine bizzat kendiliğini zerk edenler, ellerinden tüm kudreti alınmışçasına isyan edecektir. İrade, bir eylemi tastamam yapabilme becerisi değil; o eylemi yapmayı isteyebilme kudretidir. İstidat demem bundandır. Bir şeyi yapabilme istidatı, başladıysan sürdürebilme istidatı, hitama erdirdiysen değiştirme istidatı. İçinde muhakeme gücünü de ihtiva eden bir kudrettir irade. Bir fiilin bizzat kendisi değilse de -e bilitesidir. Yapmak değil, yap-a-bilmektir, kalkmak değil, kalk-a-bilmektir. Olakalmak, yürükalmak, hareket üzere yaşayakalmak... Nihayetinde istikamet üzere olabilmektir. Bu kelimelerdeki ebilite ve devamlılık iştiyakı, tam anlamıyla bir çaba meselesidir. Başarma hadisesi demedim, çaba meselesi dedim, bilincindeyim. Bir konuda istidat göstermişsek arzuladığımız sonuca erişmememiz mümkün. Çabanın, sonuçtan daha önemli olduğunu söylerler, bu yüzdendir. Zira çaba, istidat anlamını haiz iradedir. İrade edebiliyor, çabalayabiliyor; bu, bundan sonraki her durumda da çabalayabileceği anlamına gelir, velhasıl iradesi güçlüdür. Pes etmez, düştüğünde kalkar, bir işe başlayabilir, başladığını sürdürebilir, meyvesi bittiğinde ağacı silkelemeyi bırakabilir. Böyle bir insanla yola çıkılabilir; yolda başınıza ne geleceğini bilemezsiniz ama bildiğiniz bir şey vardır: başıma ne gelirse gelsin, üstesinden gel-e-biliriz. Hülasa irade, yaşamaya istekli olmaktır. İlgili yerde iştiyak kelimesini tercih etme sebebim bundandı. İştiyak, yani aşkla bir işi yapmaya hevesli olma durumu. İrademize dünyalık bir çamur bulaştıysa elbette karşımıza gelen işleri ertelemeye meylimiz artar. Allah şifa versin, hengamesi çok gürültülü bir hastalık.
Yorumlar
Yorum Gönder