HUZURSUZ YAZILAR I : ÇUVALDIZI KENDİNE...



BİRİNCİ BAB: Aşağılık kompleksine giriş, Batı ve sanat bahsi, Ahilik Teşkilatı.



Bu yıl kurumsal din namına başıma birtakım majör hadiseler geldi. Tatlı ya da tatsız, hayırlı ya da hayırsız demeyeceğim fakat büyük oldukları kesin. Tüm ağırlığıyla teker teker onları temaşa ederken yekpare kristal bir top gibi öne çıkan, yıllardır müzakere etmeyi ertelediğim bir olguyla yüzleştim. Muhafazakar camianın kompleksleri…Aslında ayırt etmeye gerek yok, biz iki cenahın komplekslerinin gölgesinde büyüdük fakat hassaten laik, kemalist ve Batılı cenahın komplekslerine ziyadesiyle maruz kaldığımız için en çok da onun üzerine konuşup erişebildiğimiz her açıdan çözümledik. Batıcıl birinin kompleksi hangi durumlarda ortaya çıkar, bir şey söylüyorsa arka planındaki asıl dert nedir, hangi durumlarda ne kadar ileri gidebilir, tüm bu saldırganlığın ardındaki öz-sebep nedir.... Biz bunları, kamusal hayata çıkmanın amentüsü gibi belledik, bildik. Biz dediğim, Müslümanca yaşamaya çalışan ve sistemden bunu talep eden Türkler. Bu kulvarda kayda değer bir yenilik olmadığına ve aynı hezeyanları, hiç değişmeden sürdürdüklerine göre üzerine daha fazla konuşmak hamakattir. 

Ben bu yazı serisinde mütedeyyin kesimin komplekslerini masaya yatıracağım. Buna da tıpkı Batıcıl kompleksler gibi yıllardır maruz kalıyoruz fakat kol kırılır yen içinde kalır dimi? İnsan çok sevdiği hocalarını ve varlığının, Müslüman temsil için mühim olduğuna inandığı kanaat önderlerini kolay kolay sigaya çekemiyor. Öyle sanıyorum ki bu yazı, biraz haddinden uzun olacak ve yine öyle sanıyorum ki okunma oranı en düşük yazı olacak :) 

Mütedeyyin kesimin önde gelen güçlü figürleri, mikrofon aldıkları her yerde bas bas Müslümanın özgüvenli olması gerektiğinden bahsediyor. Dünyayı okuduğu penceresine biraz Türklük ekenlerdeyse bu telkin, haddini alıp Viyana sırtlarına kadar dayanıyor. Sen ki hem Müslümansın hem Osmanlı torunusun hem Türk’sün, herkesten çok daha özgüvenli olman lazım deniyor. Amenna. Bu özgüven çağrısı, çeperinde bir sürü aşağılık kompleksine de ev sahipliği yapıyor. Rahatsız olup bu yazıyı yazma sebebimiz bundan. Tahkiken özgüvenli bir insan, özgüvene bu kadar türkü tutturmaz, yapılması gerekeni yapar ve yapılmaması gerekenden imtina eder. Fakat bu kadar özgüven çağrısında bulunup hem yapılması gerekeni yapmamayı hem de yapılmaması gerekenden alıkonulmayı nasıl başaramadık? Herkes özgüvenin hakkını ziyadesiyle veriyor fakat o hakkı tevdi edenler dahil, Müslümanlar neyi eksik yapıyor? Neyi gözden kaçırıyor? Bizlere, defaatle özgüvenli olun diyip mevcut potansiyelimizi örselemek yerine, ne yapılabilirdi? Nasıl bir tavır ve tutum sergilendiğinde bizler haddizatında bu yola girecek olurduk? 


Özüne güvenmeyen insanın olur olmaz yerde nükseden aşağılık kompleksleri olur ve bunlar olurken aşağılıktan geldiğini de fark etmeyiz çoğu zaman. Bu arada özgüven dediğimiz şeyin çağrılınca gelen bir şey olduğunu düşünmüyorum. Beşikten aldın aldın, almadıysan bir ömür muadiliyle pansuman yapmaya çalışırsın ki buna da razıdır gönül. Yani aileden almadıysan şayet; güven duygusu ve haliyle özgüvenlilikle noksan bir ilişkin olduğunu bil, o noksanlığın üstünü örtmek yerine hayatın nerelerinde nüksettiğine yönelik bir farkındalık geliştir ve her gördüğün yerde akıl marifetiyle iyileştirmeye çalış. Demem o ki özgüven refleksif olmalıdır; değilse noksandır ve noksan olması dünyanın sonu değil. Akıl ve düşünceyle o noksanlığın tamiri mümkündür. Sen bu yolun yolcusu ol, sende çiçek açmazsa evladında açar, evladında açmazsa torununda. Her çaba illaki meyvesini verir. Herkes, özgüvenli olabilecek kadar sevgi ve güvenin cömertçe yeşerdiği ailelerde dünyaya gelmiyor. Kaldı ki bizimki gibi toplumlarda, sıtkını aileden sıyırsan toplumdan sıyıramıyorsun. Şayet ailen seni didiklememişse toplum bir güzel ailenin eksik bıraktığı o örselemeyi büyük bir keyifle yerine getiriyor. Velhasıl nasibimizi aileden alamamışsak bize düşen evlatlarımızı bundan mahrum etmemeyi irade etmektir. Bunun için de noksanlığımızın farkına varıp kişiliğimizde bir kompleks yaratmasının önüne geçmeliyiz. Özgüvenli değilsek bile özgüvensizliğin handikaplarını tanımalı ve onlarla mücadele etmeliyiz, yolumuz bu olmalıdır. Demek istiyorum. 


Entelektüel mülahazaların merkezinde olmasına gerek yok, kıyısına bile konuk olan her insan, muhakkak yazacağımız bu başlıkları duymuştur. Neden Müslüman toplumlarda sanat yok, felsefe yok, trajedi yok? Aynı sanatı biz neden icra edemiyoruz? Biz neden Batılı gibi düşünemiyoruz? Neden Müslüman toplumlarda bu kadar acı varken bir tane trajedi yazamıyoruz? Neden tüm sanatkârlar, felsefeciler ve yazarlar Batı’dan çıkıyor? Birçoğumuz bu soruları duyduğumuzda suçluluk ve yetersizlik duygularına düştük, küçüktük, sorunun kendi ataletimiz olduğundan emin kılındık. Sorun, elbette bizdeydi. Böyle farzetmemiz istendi büyüklerimiz tarafından, öyle farzettik.


Öyle sanıyorum ki bu tohumun ekildiği tarih 1883, Ernest Renan’ın “İslam, terakkiye manidir” yargısını dile getirdiği o meşum konferanstır. Hemen ardından halihazırda kan ve toprak, haliyle güç ve iktidar kaybeden İslamcıların kalemleri tutuştu, oturup bu cümleyi ve yine haliyle kendilerini didiklemeye başladılar. “Bir eleştiriyle karşılaşıldığında kendine dön ve gerçekten o eleştirinin sende bir karşılığı var mı diye yokla” düsturuna karşı çıkacak değilim fakat 1883’ten beri o eleştirilerin artçılarını yaratıp Müslüman gençlerde onur, gurur, özgüven namına bir gram haysiyet bırakmamak da nesi? Ne tohum ekmişlerse artık, asırlar devirdik hasadı bitmedi mübareğin. Adam bir taş attı kuyuya, sen o taşın varlığını müzakere etmekten kuyudan su içmeyi bıraktın, asırlardır vurgusunu yineleyelim… Asırlardır, kendi kaynaklarımızdan su içmiyoruz. 


Müslüman gençlerdeki mevcut özgüvenin topuğuna sıkmak yerine nasıl bir usul tutturulabilirdi diye düşündüm. Tabi bu düşünce mesaisi, uzun yıllar o yetersizlik ve suçluluk psikolojisine düşmüş, oradan çıkmak için hunharca okuyup dur durak bilmeden koştuğum uzun yılların ardından gelebilmişti. Bana bunlarla değil de nasıl bir deklerasyonla gelselerdi, ben tüm potansiyelimi çok daha verimli kullanabilirdim? 


Bu gündem benim bir süredir markajımdadır, yavrum. Bir süredir dediğime bakmayın, hepini toplasan 15 yıl eder. Yani 15 yıldır, Müslümanlara salıkverilen bu kompleksin izini sürüyorum.  Mesela sanat denince aklınıza ne geliyor? Bu soruyu nicesine sordum. Hep Batı’dan mülhem örneklerle cevap getirdiler önüme. Rönesans’tan günümüze gelene kadar hafızalarında en rafine kim yer etmişse sanatçı diye onu zikrettiler, sanat diye de yaptığını. Eleştirmiyorum bunu, sanatçıdır eyvallah, yaptığı da sanattır eyvallah. İstisnasız, herkesin aklına Batılı bir sanat dalının ve sanat eserinin geldiğiyle yüzleşmekteydim. Ben bu cevapları dinlerken aslında merak ettiğim şey, kimin ne kadar da rafine bir Batılı sanat bilgisine sahip olduğu değildi. Derdim başkaydı benim. İnsanların kavram hafızalarının köklerini görmek istiyordum. “Sanat denince aklıma Rembrandt’ın karanlık tabloları geliyor, onun ışığı ve karanlığı bir arada dans ettirişi….” aferin, otur, 100. 


Ben sanatçı değilim, sanat üzerine de sizlere epistemik bir ziyafet çekemeyeceğim. Benden olsa olsa sanat tüketicisi olur. Biraz zorlarsan tarih perspektifiyle sanata sosyolojik bir yaklaşım geliştirmekte mahir bir sosyal bilimci, o kadar. Buna rağmen sanatın tüm iktidar ve karizmasının Batı’ya hamledilirken hangi medeniyetlere ne kadar haksızlık yapıldığını görebiliyorum. Geçenlerde Kahire’deki Mısır Müzesi’ne gittim. Seyahatimin 8. günüydü, Antik Mısır’ın, beni günlerdir içine alan mistik dünyasına alışmış bir vaziyetteydim. Müzede Mısır tarihini birkaça bölmüşler, hangi imparatorluk hüküm sürmüşse bir katı da ona tahsis etmişler. Antik Mısır’dan asırlar sonra Mısır’a hakim olan Yunan da buradan nasibini aldı. Sen ki Antik Mısır’daki eserlerden kaç asır sonrasın, ben senden şunu beklerim; Antik Mısır’ı içkinleştir, üzerine kendi değerlerini koy ve beni büyüle! İçkinleştirmesen bile gör ve daha iyisini yapmak içn bir zahmete gir. Heyhat, aradaki kalite ve ihtişam farkını anlatmaya tenezzül dahi etmeyeceğim. Batı’nın mabadını yasladığı Yunan Medeniyeti, Doğu’nun en ihtişamlı medeniyetlerinden birinin yanında nasıl da sünepe gibi kalmıştı… Çıtırdan bir öfke nöbeti geçirdim eserler karşısında. Kızdığım şey Yunan eserlerinin pespayeliği değildi; böylesine pespaye bir bakiyeyle nasıl Doğu’ya, Müslümanlara ve Türklere, kültürel hakimiyet kurabildiklerine dair yüklenen farkındalıktı. Dahası, biz nasıl bu ambargoyu, olduğu gibi kabullenme gafletinde bulunduk? Sonuna kadar haklıyken girdiği tüm savaşları kaybeden bir asker gibi hissederek çıktım Mısır Müzesi’nden. 


Özgüvensizliğin nasıl da kılcal damarlarımıza sirayet ettiğini sanat bahsinden okumaya başlayalım. O ki Batı “bu sanattır ve böyle yapılır” demiş, biz üçüncü dünya ülkeleri de tamam abi çekmişiz. Kendi hafızamızdan neşvünema bulan sanata haksızlık yaptığımız yetmiyormuş gibi bundan sonra sanat uğruna girişeceğimiz her özgün çabayı da derdest etmişiz. Sanat, özgün olandır, biz ise Batı’nın bizlere tevdi ettiği özün sınırlarında, onu taklit etmeye çalışmaktan bir adım öteye gidememişiz. Sanat denince aklında ne canlanıyor sorusuna, bir tane felsefi yorum bekledim. Gelmedi değil; 15 yıl süren saha araştırmamda hepi topu üç insan kadar nasiplenmişimdir. Sanatı, Tanrı ve insanın ilişkisi muvacehesinde yorumlayan ve Batı’ya raptetmeden şemsiye bir açılım getiren üç insan. 


Halbuki kendini ve özünü bilen insanın tavrı şu olmalıdır: biz Batı değiliz ki Batı gibi sanat yapalım? Bu bir yandan da şu demek; biz Hıristiyan değiliz ki adına Avrupa Birliği dedikleri Hıristiyan birliğine girelim. Bilirsiniz Rönesans için şu özeti yapabiliriz; bedenin ruha, aklın dine tercih ve takdim edildiği dönem. Biz tarihin hiçbir yerinde aklımızı, kurumsal dine peşkeş çekmemişiz ki Rönesansımız olsun ve o Rönesans’tan mülhem bedenin ve maddenin öne çıktığı eserler icra edelim. Bizim kültürümüzde beden ve madde yerli yerindedir; yürüyüşümüzü engellemeyecek kadar sıhhate ehemmiyet veririz, Allah'ın emanetidir nihayetinde, kıymetini bilir ve birbirimize dua ederken ilk şifa dileriz. Bedeni ön plana çıkarıp yegane amaç haline getirmeyiz, bizde yegane amaç yürüyekalmaktır; bedeniyse besler, büyütür, yola devam ederiz. 


Reform için de şu özeti yapabiliriz; bireyin, kurumsal dine tercih ve takdim edildiği süreç. Batı'nın birey demesine bakmayın, biz ferd diyeceğiz. Bizde ferd, eşrefi mahlukattır. Onun hatırını hiçbir zaman sisteme yedirmemişiz ki Reform diye bir türkü çığırıp bireyi yüceltmek zorunda kalalım. Siyaseten "insanı yaşat ki devlet yaşasın" şiarıyla yoğrulduk. Bu bahiste özellikle lonca teşkilatlarına gidelim, tüm kurumlarıyla birlikte ferdin şahsiyetini yekindirmeyi ve birey, hangi kulvarda israf olmayacaksa o kulvarda istihdam etmeyi sağlayan o mükemmel sisteme... Detaylı taramaları ilgili okurlar elbette yapacaktır; ben lonca teşkilatlarıyla toplumsal işleyişin, bireye nasıl yaklaştığının özetini geçmek isterim. 


Ahilik teşkilatı olarak bildiğimiz bu sistem, üç ayrı kola ayrılır; Ahiyanı Rûm, Abdalanı Rûm ve Baciyanı Rûm. Bu yapılanma, takriben 12. yüzyılın ilk yarısından 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar toplumda hakim olmuş; sırtını tasavvufi öğretiye yaslayarak üç farklı kulvarda at koşturmuştur. Anadolu Ahileri anlamını haiz Ahiyanı Rum; esnaflık, sanatkâr ve zanaatkârlığı merkeze alır. Çırak, kalfa ve usta hiyerarşisi bağlamında toplumsal üretimin en iyi, en doğru, en mümbit ve en güzel şekilde sürmesini sağlayan asırlık bir terbiyedir. Esasının, çıraklıktan itibaren birlik içinde toplumun maslahatını gözeterek yükselmek, ehliyet ve liyakat gibi düsturlar çerçevesinde kurumsallaşmak olduğu Ahiyanı Rum; asırlar boyunca ilke ve geleneklerini muhafaza ederek günümüze kadar gelmiştir. Bunun üzerine günümüz ne alaka diyebilirsiniz, ben de size sabahın erken saatlerinde Kapalı Çarşı'ya gidip esnafla biraz vakit geçirin derim. Üretim, ticaret ve zanaat ahlakına yapılmış bu asırlık yatırım, bugün her yeri köhnemiş medeniyetimizde hâlâ meyvelerini vermeye devam ediyor. 


Her ferdin meşrebinin üretim, sanat, zanaat ve ticaret olmadığı gibi Osmanlı'nın yegane gündemi de üretim ve istihdam değil. Haddizatında futuhat politikasına dayanan Osmanlı ekonomik sistemi, askerî yönetimin de hassaten takip edilmesini icbar ediyordu. Bu noktada Ahilik teşkilatımızın ikinci kolu olan Abdalanı Rum, yani Horosan Erenlerimiz devreye giriyor. Fuat Köprülü ve Lütfi Barkan'dan yüz bularak teşkilatın bu kolunun, Kolonizatör Türk Dervişleri'nden neşet ettiğini söylerim. Bu dervişlerin tarih kayıtlarına ilk girişi, Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi döneminde, Şeyh Edebali'yle karşılaşmalarıyla başlar. Sanmayın tarih sahnesindeki mevcudiyetleri Osmanlılar'la başlıyor, bizimkiler Anadolu'ya geleyazdıklarında hazirûn, işte bu dervişlerdi. Rivayetlerde ihtilaf olmakla beraber; Osman Gazi, gördüğü bir rüyayı tabir etmek üzere Konya'da meşhur ve zaman zaman ziyaretine gittiği ve hatta intisab ettiği Şeyh Edebali'ye varıyor. Rüyasında; Edebali'nin kuşağından bir ay çıkıyor ve Osman Gazi'nin koynuna giriyor. Ordan da tüm alemi tutan bir ağaç büyüyor. Rüyayı yorumlayan Edebali, Osman Gazi'yi kızıyla evlendiriyor böylece Kolonizatör Türk Dervişlerinin, Osmanlılar'la göbek bağı tahdis edilmiş oluyor. Dergahın suyunu içerek yola çıkan Türk dervişler, Osmanlı padişahlarıyla birlikte harplere iştirak ediyor, onlardan önce vilayetlere göç ediyor, oranın sakinleri haline geliyor ve bölgenin nabzını tutmaya başlıyor. Söz gelimi Bursa'nın fethinde Orhan Gazi'ye yoldaşlık eden Ahi Hüseyin, Şeyh Edebali'nin yeğeniydi. Orta Asya'dan gelen bu muhacir dervişler, Bursa'nın kervan geçmez beldelerine yerleştiklerinde geriye sadece sancağın dikilmesi kalıyordu. Osmanlı'nın kuruluşunda son derece etkili olan bu Orta Asya'nın soylu muhacirleri, gittikleri köylere adını veren, dağa taşa yerleşen, bağ bahçe kuran, bölgeye İslam'ı tebliğ eden ve devamlı Batı'ya doğru göç etmeye devam eden Osmanlılar'ın öncü kuvvetleri hüviyetindeydi. Velhasıl bizim ilk dönem yeniçeri ocağımızdı. 


Rüyaya varasıya kadar detaya girme sebebimi anlamışsınızdır; işbu devletin kıyamı, bizatihi tasavvufun dahliyle gerçekleşiyor. Demek istiyoruz ki Osmanlı'nın askerî, siyasi ve sosyokültürel salahiyetini konuşurken tasavvufu ivedilikle zikretmeyecek ahrazlarla sohbeti kesesiniz. (Detaylı bilgi edinmek için Ömer Lütfi Barkan'ın Kolonizatör Türk Dervişleri isimli makalesine müracaat ediniz.)


Aşık Paşazade'den öğrendiğimiz Anadolu Kadınları anlamına gelen Baciyanı Rum ise kadınların örgütlenerek sisteme dahil oldukları ayağı temsil eder. Buna göre kadınlar; sosyokültürel işleyişe farklı şekillerde dahil olur; kendi aralarında ev içindeki üretimi örgütler; ilim tahsil edecek çocukları ilim tahsiline; kayda şayan çocukları orduya; üretim, ticaret, sanat ve zanaatte mahir olanları da loncalara yönlendirdikleri ilk tasnif ve terbiyenin alındığı yerdir. Bacıyani rum'u acil servislerin triyaj odaları gibi düşünün. Kadınlar, bir taraftan kilim dokurken bir taraftan da sistemin temadisini sağlayacak insan gücünü yetiştirip doğru alanda değerlendirilmesini sağlar. Tüm bunları yaparken de sağlıkları el verdikçe evlat büyüttüklerini de söylememize gerek yoktur. Böylelikle hem Ahiyanı Rum hem Abdalanı Rum, peşisıra gelecek bendeleriyle birlikte varoluş krizi çekmez. Demek ki bir sistemin ontolojisini kadınların emeği oluşturuyor desek pek de indirgemiş olmayız. Sistem, insanın insana; bireyin topluma güvenme esası üzerine kurulu. İnsan israfına tahammül sıfır, herkes olması gereken yerde tanımlanıyor. Doğan her çocuk, meziyetleri belli olur olmaz sistem tarafından terbiye edilmeye başlıyor. 


Bu teşkilatlar, Osmanlı İmparatorluğundan önce de Anadolu topraklarında neşvünema bulmuştu dedik. Öyle ki Osman Bey'in kayınpederi, muhterem Şeyh Edebali'nin ve silah arkadaşlarının, Orhan'ın kardeşi Alaeddin'in bu teşkilata mensup olduğu, tarih kaynaklarından malumumuzdur. İlk piyade askerî üniformasının Ahi üniforması olduğunu ve Yeniçeri ocağının menbaını teşkil ettiğini de not düşmüş olalım. Türk-İslam dünyasının her yerinde tarikatları olan bu yapılanmalar marifetiyle Osmanlı, Anadolu'nun her bucağıyla zahmetsiz ve organik bir şekilde temas halindeydi, iyi ya. 


Bu teşkilatın çok sevdiğim iki nisbeti var. Birincisi, devamlı bir devlet denetimini gerektirmeksizin kendi usul ve erkanını oluşturmuş, kendi yatağında sorunsuz bir şekilde akıyor olmasıdır. Böylelikle devlete maliyeti neredeyse sıfır. Düşünün ki devasa bir sistem miras almışsın ve bu sistem tebanın tüm sosyokültürel hayatını büsbütün şekillendiriyor. Bunun için devlet nezdinde harici bir kalem açmana gerek dahi yok zira sistemin müdavimleri, katılımcı bir şekilde kendi kendilerini dönüştürerek sistemin temadisini sağlıyor. Her vatandaş, evvela kendi geçimini sağlama ve potansiyelini, sistemin en doğru yerinde değerlendirme amaçlarından hareket ederek herhangi bir eylemde bulunduğu takdirde otomatikman teşkilatın bir mensubu oluveriyor, haliyle devletin bir bendesi. Halihazırda teşkilatın katılımcıları, toplumun taleplerine olan arzın bizatihi kendisi olmuş oluyor. Şu ontolojik giriftliğe bakın... Burada çok kıymetli ve organik bir dönüşümlülük var. Yazının çok uzamasından imtina etmeyecek olsam bu teşkilatın karakterini, Sudur Nazariyesi'yle bağlamayı çok isterdim. Sen bir vatandaş olarak kendinin en iyi versiyonunu yaratmaya çalışırken bir de toplumu dönüştürüyorsun, bir de devleti ihya ediyorsun bir de sistemin sonsuz ve sorunsuz bir şekilde tekamülünü katlamış oluyorsun, MUHTEŞEM! İnsana değer ver, insanı yaşat ki devlet yaşasın he, aynen öyle. 


Gelelim teşkilatın en sevdiğim ikinci özelliğine. Bir yapılanmanın bu kadar kusursuz işlemesi için hüviyetini kusursuz bir düşünceye isnat etmesi lazım gelir. Ahilik teşkilatının üzerinde yekindiği bu kusursuz düşünce, takdir edersiniz ki tasavvuftur. Her esnafın, Kurtlar Vadisi'ndeki Ömer Babavari ahiler olduğu bir sistem...


Tasavvufun "insan küçük alemdir, alem büyük insan" şiarı, tümel ve tikeli birbirine girift bir hale getirmekle kalmaz, ikisinin eylemliliğini ve erekliliğini birbirine hamleder. Böylelikle ferd ve dünya arasına herhangi bir mesafe girmemiş, bir taraftan dünyada olup biten her şey, ferdin sofrasına geliyorken bir taraftan da ferdin yapıp ettiği her şey, dünyanın konusu oluverir. Kevniyatı, ferdin mükellefiyetiyle içkinleştirirsen ferd, kendi ve ahireti için her ne yapıyorsa dünya için de aynısını murad etmeye teşne olur. Burada dünyayı yeknesak maddi bir unsur olarak duyumsamayın; ferdin dışında kalan her şey; eşya, tabiat, uzay, nebatat, hayvanat, öteki nispetindeki tüm insanlık... Öyle bir terbiye veriyorsun ki ferd, kendi dışındaki her şeyle kendisiyle kuracağı ihtimamda bir ünsiyet geliştiriyor. Basitleştirelim; ürettiğin her çarığı, kendin giyecekmiş gibi üretiyorsun. Kendisini biliyor ve geri kalan her şeyle de kendisi gibi ilişki kuruyor. Gayrı bu insana oturup teker teker kimle ve neyle nasıl bir ilişki kurması gerektiğini öğretme zahmetine girmeye gerek kalmıyor. Vahdet-i vücud şiarından rasyonel bir sistem oluşturmak mı? Hayranlık verici ve MUHTEŞEM! 


Bitmedi, halvet der encümen şiarıyla insanı toplumsallaşmaya ve toplumun içindeyken de sufileşmeye davet eder. Şehre ineceksin, şehirde karşılaştığın her şeyi bir sufi gibi göğüsleyeceksin, şehrin neresine gidersen git, sen bir sufi olarak yapılması gerekeni yapan, olunması gerekeni olansın. Öyle mağarana çekilme hakkın yok, kırıldın mı kaybolma hakkın yok, düştün mü kalkmama hakkın yok, görev nazı tuzu çekmez, her an şehre dahil olup üretimde bulunayazmalısın. Sistem, tüm hiyerarşisiyle birlikte seni bu sorumlulukta sabit kılıyor. Sen bu canlılığa dahil oldukça şifanı da o canlılığın bizzat kendisinden buluyorsun. Bu nüanstaki en hayranlık verici şey, tasavvufun asla bireyi tek başına bırakmaması. İnziva olgusuyla muhalefet edeyim demeyin zira inziva, az önce hasletlerini saydığımız bireyin piştiği süreçtir. Biz böyle olabilelim, burda kalabilelim diye zaman zaman inziva gerekir fakat aslolan topluma dönmektir. (Buraya bir dipnot düşeceğim; son satırları okurken aklına Durkheim'in intihar kuramı gelen oldu mu? Toplum, şayet bireyi denetler ve gündelik hayatını düzenlerse bireyin intihara meyli o kadar az oluyor. Güzel bir karşılaştırmalı çalışma yapılırdı bu konuda. Ahi ve bireyin intihar eğilimi. Gör ki Ahi'nin üzerinden kaç yüzyıl geçmiş, çok daha iyi bir versiyonunu üretmiş olmamız lazımken modern birey gibi sakıt bir forma kısılıp kalmışız.)


Dahası İbnu'l vakt... Heyhat, en sevdiğim. Gençliğimde Tradisyonalistler ve hareket felsefesi üzerine kaç satır okuduysam her satırda ibnu'l vaktı duyumsadığımı söylemeliyim. Ferdi, geçmişin hezeyanlarından ve geleceğin belirsizliğinden sıyırıp tüm kaygılarının hükmünü yitirterek an'a raptediyor. Burada geçmiş, ancak ve ancak daha iyi bir an icra edebilmek için heybene katık ettiğin bir sermaye hükmündedir. Gelecek ise tutkunu, hayallerini, umudunu, ideal ve ülkünü, en nihayetinde Rıza-ı İlahi'yi murad ettiğin, kendiliğinden bir motivasyon membaı oluyor. Bu haliyle geçmiş de gelecek de içinde bulunduğun an'ın mütemmim cüzleri olarak ruhuna ve aklına yük ve kaygı olmaktan ziyade yürüyüşünü kolaylaştıran koltuk değnekleri oluveriyor. Tüm bu sistem; ontolojini de kucaklayan öyle bir Rıza-ı İlahi arzusunda yekiniyor ki boşluk bul ki çıkasın. Bilgi O'nun için, varlık O'nun için, hareket O'nun için, ürettiğin her şey O'nun, sen O'nun için, evladın O'nun için, kıymet verdiğin her şey O'nun için ve sen her şeyden çok, O'nun memnun olacağı bir hayat yaşamak istiyorsun. Bu sayede; O'nun için olan her şey, senin doğal olarak arzuların, isteklerin, hayallerin, hedeflerin, iştiyakın ve istidatın oluyor... MUHTEŞEM! 


Yeri gelmişken uzun yıllardır aklımdaki sekmelerden biridir; belki gençten bir akademisyen kardeşimiz okuyordur, benle beraber ölmesin istediğim bir merak, yazıvereyim. Ahilik Teşkilatı ile Kalvinistler arasında çok karizmatik karşılaştırmalı bir tez yazılır. Karizmasını tez elden anlamak isteyen varsa Barkan'ın mahut makalesi ve Weber'in Protestan Ahlakı, Kapitalizm Ruhu kitabına bakabilir. Biri, dört yüz çadırlık Osmanlılar'dan cihangirane bir devlet ihdas ediyor; biri de bugün tüm dünyaya tasallut olmuş kapitalizmi doğuruyor. Yol ve usul aynı demiyorum; bu iki yapılanmada her ne olduysa ikisi de dünya tarihini şekillendiren bir misyon doğurmuş, tartışmasız. Özellikle aranızda bir ilahiyatçı varsa haddizatında Müslümanları bilmekle mükelleftir, Alev Alatlı'nın vasiyeti kapsamında da Hıristiyanları. Bu tez konusu, iki dinin sosyokültürel yansımalarını incelemek suretiyle röntgenini çekecek kadar core/öz bir bahistir. Böyle bir çalışmayı okumayı çok isterdim, yazmayı da çok istedim ancak gençliğime nasip olmadı. Sizden de çalışan çıkmazsa 60'ımızda oturup bunlarla uğraşacağız elhak. 


Velhasıl, bizim kültürümüzde tabiat ve eşya her daim kıymetliydi; bizim empresyonist olmamıza gerek yoktu ki. Sen empresyonist olmadın diye tabiata değer vermeyen insan künyesini neden alasın ki? Burda çok ciddi bir akıl tutulması var; empresyonist olmayınca tabiatı sevip korumuyor ithamı yanı başımızda beliriyor ve biz bu korkuyla empresyonizme alkış tutuyoruz. Halbuki "siz tabiata değer vermeyi öğreneli iki asır olmuş, biz ise kıyametin kopacağını bilsek elimizdeki fidanı dikecek bir düsturla yoğrulmuş bir medeniyetiz" demeliydik. Batı, "bak ben tabiatı harikulade resmediyorum, sen tabiatı benim kadar sevmiyorsun" dediğinde nasıl kıstasın o resim olduğuna kani olduk ve nasıl "hayır ben de seviyorum aslında" diye bir savunma psikolojisine düşüverdik? Savunma psikolojisi... Müslüman özgüveninin cenaze törenine hoşgeldiniz... Özgüveni işte bu noktada tüketmeye başlamışız. Nihayetinde Batı'nın toplumsal akışını şekillendiren bu mesailer, bizden sadır olmadı ki birebir aynı ürünleri temaşa edelim. Tam olarak hangi yenilginin ardından geldi bu kanıksanmışlık bilmiyorum. (İsmet Bey, yanılmıyorsam İnebahtı’ndan sonraya kesiyor bu faturayı. Ben onun kadar bilmem.) 


Hülasa... Batı’nın kurgusal tarihine öyle bir hayranlık duymuşuz ki oturmuş taklit etmeye çalışmışız. Taklit, nihayetinde taklittir ve aslını yaşatır. Tüm potansiyelimizi, emeğimizi ve iştiyakımızı, Batı'nın aslını yaşatmaya peşkeş çekmişiz. Sanat namına icra ettiğimiz tüm emek, Batı’nın sanat aygıtını güçlendirmekten başka bir halta yaramamış. Arada bir takdir etmişler, biz de bir halt olduk sanıp devam etmişiz. Kendi öz kültürümüzün sanatsal bir dışavurumunu yapmak şöyle dursun; sanatı, Batı’nın öz kültürüyle irtibat kurabileceğimiz bir kanal addedip haybeye yorulmuşuz. Mimar Sinan'ın yüzüne nasıl bakarız, bilemem, yavrum. 


Sîreti, sûretine uymuyor. Bu sözü söylerken karakter ve şahsiyetinin, beyan ve görüntüsüne uymadığı tutarsız insanları kastediyoruz. 19. yüzyıldan beridir, toplumun yoluna fener tutması gereken münevverlerimiz, bizden tam da bunu; sîretimizin, sûretimize uymamadığı bir yaşam talep etmişler. Yaptıkları şey; bir armuda, bir elmayı gösterip elma gibi olmasını diretmekten farklı değildi. Bize, esasen bu dünyadaki varlık amaçlarımızdan olmayan ve sîretimize oturmayan bir arayışı ödev diye bellettiler. Kognitif bilinçdışımızda, halihazırda var olduğu için noksanlığını çekmememiz gereken bir nimet var; o nimetin, bizde çok daha üstün ve güzel bir şekilde mevcut olduğunu anlatmak yerine; sanki ona hiç erişemeyecekmişiz, kendimizi paralasak da vasıl olamayacakmışız gibi hissettirdiler. Sanki İstiklal Harbi'ni verip bağımsızlığını gavurun elinden söke söke alan bizler değilmişiz gibi müstemleke ülkesi psikolojisine bürünme gafletine düştüler, bizi de peşlerinden sürüklediler. Tüm çocukluğumuz, İstiklal Harbi'yle kazandığımız zaferi ve İstiklal Marşı'nı temaşa ederek geçmişken ergenliğimize ve ilk gençliğimize geldiğimizde; hezimet duygusunun tebelleş ettiler. Sanki biz, muzaffer değil de mağlup olmuştuk. Ne olduğumuzdan ziyade ne olamadığımız konuşulup durdu. Ne olamadığımızı belirlemek için de edindikleri mikyas, bittabi Batı oldu. Onca şühedanın yüzüne nasıl bakarız, bilemem, yavrum. 


Bu söylediklerim aklınıza seküler kesimi getirmiş olmalı; kompleks, komplekstir. Hangi sosa bulasan hangi kelimeyle ifade etsen bile Batıcılık, memleketin tüm kılcal damarlarına sirayet etmiş vaziyettedir. Seküler, bunu İzmir Marşı'yla dışavururken İslamcı ise (teşbihte ayrışma illaki olur) Reşid Rıza, Muhammed Abduh'larla. Yukarıda bir soru sormuştum; Bana bunlarla değil de nasıl bir deklerasyonla gelselerdi, ben tüm potansiyelimi çok daha verimli kullanabilirdim? 


Alev Hoca bir keresinde "Hıristiyanlığı tanımazsan İslam düşmanlığıyla savaşamazsın" demişti. Hıristiyanı ve Batı'yı elbette bilelim. Fakat evvela kendimizi bilelim değil mi? Hassaten Cumhuriyet'le birilikte kognitif bilinçdışımızla aramıza çok ciddi bir mesafe girdi. İnkılapların da etkisiyle tarihle dolayısıyla özümüzle olan bağımız, akamete uğradı. Hadi diyelim Osmanlı'yla aramıza bir duvar örecektiniz, bunun başlangıcını Cumhuriyet'ten almak yerine; bir adım öncesine, yani İstiklal Harbi'nde kazandığımız zafere isnat etseydiniz bari. İman gücüyle kazanılan o zaferi, Başkomutanı Atatürk olsa bile pek konuşmak istememişiz. Böylece elimizde, nereden ve nasıl geldiği belli olmayan bir Cumhuriyet peyda oluverdi. Harbin galibi olduğumuz için kurabildiğimiz bir Cumhuriyet değil de zamanın mağlubu olduğumuz için kodlarımızı değiştirmek zorunda kalarak kurduğumuz bir Cumhuriyetimiz oldu. Bakınız derdim zinhar Cumhuriyet değildir. Cumhuriyet'le beraber yazılan kurgusal tarihin; soyumu, tarihimi, özümü, felsefemi, toplumsal hafızamı ve kognitif bilinçdışımı ilga etme çabasına döşeniyorum. İnsan özünden haberdar olmasa elbette özgüvensiz olur. Yedi düvele karşı muzaffer olduğunu hatırlamazsa elbette yedi düvelin müstemlekesi olur. Batı gibi sanat icra edemiyoruz diye kompleksif hezeyanlarınızı üzerimize bocalayacağınız yerde; bizi özümüzle buluştursaydınız da oradan mülhem özgün bir sanat icra edebilseydik. Farkında değillerdi, yapmaları gerekenin bu olduğunun bilincine varamamışlardı. Birileri onlara sanat diye Batı'yı öğrettiğinden sanat denince kendi diyarına gidebilitesi kalmamıştı. Ah be 65 kuşağı, verilmesi gerekeni vermedin; bari komplekslerini de vermeseydin de biz kendi yolumuzu tez elden bulabilseydik. Bir noktada, armudun elma olamayacağını kabul edip şanına yaraşır bir elma olmayı öğrenmeye başlamak lazımdı. 


Bu babdaki son bahis; bu kadar edilgen bir kip kullanmak tarzıma da dünyayla kurduğum ilişkiye de yakışmıyor, farkındayım. Hayatı yaşarken böylesine edilgen bir isyan dilinde değilim; başımıza gelenleri fark ettikçe kendimden küçüklerin de başına gelmesin diye çırpınmaktayım. Bu bloğu aktif kullanma çabamın altında da bu çırpınış yatıyor. Özünle arana, düşün dünyasını nerde peyda ettiği belli olmayan elitistler tarafından inşa edilmiş, ithal bir mesafenin girmesine izin verme, yavrum. 















Yorumlar

Popüler Yayınlar