HUZURSUZ YAZILAR II : Neden felsefe yapamıyoruz?
İKİNCİ BAB: Felsefe, ontoloji, epistemoloji, tevhid ve rıza-ı ilahi
Gençliğimizin sıdkını sıyıran bu kompleksten neyi kastettiğimizi daha uzun anlatmamız gerekiyor. Yazının ilk faslında sanat bahsini meze yapmıştık. Şimdi felsefe, ilerleyen bablarda da trajedi ve roman üzerinden devam etmek suretiyle derdimizi iyice pazara çıkaralım isterim.
Geçenlerde ziyadesiyle hürmetengiz bir felsefecimizin kısa bir videosuna denk geldim. Hocamızın söylediklerini manen rivayet edeyim: “Bizde felsefe yapılmıyor, ben Türkçe felsefe yaptığıma pişmanım, hak ettiği değeri görmedi.” Haklıdır, şüphem yok. Fakat bir süredir canımı sıkan bu olgunun değirmenine su taşıyıverdi. “Biz Türkler, neden felsefe yapamıyoruz?” Hemen cevap vermeyin, belki de cevap vermeniz gerekmiyordur? Tıpkı Renan’ın “İslam terakkiye manidir” dediğinde yargısını olduğu gibi benimsemeniz gerekmediği gibi.
Felsefe denince aklınıza ne geliyor? Bunu da hep sorarım. Selamet versin İlahiyatçılar Müslüman filozofları hayatta tutmak için epey uğraşıyor. Bunca çabaya rağmen “felsefe denince aklına ne geliyor?” sorusuna da şaşırmazsınız, Batı’dan cevaplar serdedilir durur. Kim daha niş bir felsefi bilgiye sahipse koşa koşa onu söylemeye geliyor. Kulak veriyorum, cevabı tutmuş yine Batılı bir felsefecinin heybesinden getirmiş. Anladık ki felsefe denince de aklımıza yeknesak Batı sermayesi geliyor. Bu furyanın içindeyken sorun yok, yani biri sana; “felsefe denince aklına ne geliyor?” diye sorduğunda şayet Batılı bir felsefi içerik geliyorsa pek de acı çekmeyebiliyorsun. İşbu felsefeyi, tüm coğrafyalardan sıyırıp tarih üstü, kavramsal ve olgusal bir âdem sermayesi olarak mülahaza edebildiğinde, zıvanadan çıkıyor.
Öncelikle birbirimizi felsefe yaptığımıza ikna etmek için bir mirasa yaslanmamız icap ediyor; o sırada Müslüman filozofların eser ve fikirleri tebellür oluyor ve şunları söylüyoruz: Müslüman filozofların, coğrafyalar ve milletler üstü çeviri faaliyetlerini ve bu uğurda serdettiği katkılarını görmezden gelemezsiniz. Hıristiyanlar İncil’i tahrif edip Yahudilik’i denklemden çıkarıp nevzuhur bir din peyda etmekle uğraşırken Doğu’nun nasıl da insanlığın, o felsefi mirasına sahip çıktığını tarih yazdı. Batı, kök filozoflarıyla Müslümanların çevirileri sayesinde tanıştı. En akıllımız şöyle der: herhangi bir kutba mal etmeye lüzum yok, felsefe insanlık ortak ortak mirasıdır; tarihin tüm siyasi hezeyanlarıyla birlikte felsefeyi silip süpürmesinin önüne, İslam alimleri marifetiyle güçlü bir set çekilmiş oldu. Peki Müslüman filozoflar bunu felsefe yapmak için mi yaptı? Elbette bir ekol, kendi içinde bu treni çok sevmiş ve binmek için uğraşmıştır fakat ekseriyete teşmil edebileceğimiz bir çaba mıdır? Tartışılır. Bana kalırsa dünyada ilim namına ne olup bitiyor diye merak ettikleri ve olan biteni kayda düşerken “bir de felsefe dedikleri” şeklinde bir bahis açtıkları kuvvetle muhtemel. Bu iştiyakın forsu da bilirsiniz, Gazali'nin inzivadan çıkması ve Tehafütü kaleme almasıyla akamete uğrayacaktı.
Aşağılık kompleksinden bu kadar serzenirken “Müslümanlar felsefe yapamıyor” diyen birine, “Hayır biz de çok yaptık, bu da ispatı” demek de aynı şekilde kompleksif bir cevap olur, burada değilim. Peki Müslüman, neden Batılılar gibi felsefede ilerleyemedi? Neden felsefe yapamadı?
El cevap: Neden yapalım? Biz felsefe yapmak zorunda kalmış bir medeniyet değiliz ki felsefe yapmakla uğraşalım. Yani çağrım şudur: "Aslında biz de felsefe yaptık, şu isimler ve şu eserler ispatıdır" demek yerine "Biz felsefe yapmak mecburiyetine mahkum olan bir medeniyet olmadık, çok şükür" demek. Nihayetinde her buluş, bir ihtiyaçtan doğar; her girişim, bir beklentinin ya da eksiğin giderilmesini amaçlar. O halde neden felsefe yapmadığımıza şöyle cevap verebiliriz: ihtiyacımız olmadı ve nitekim gerek duymadık. Gerçekten felsefe yapmaya ihtiyacımız olsaydı, gerçekten felsefe yapardık ve böylelikle asırlardır sırtımıza tebelleş olan "Türkler neden felsefe yapamıyor" batağına düşmemiş olurduk. Söz gelimi bağımsızlığımız için gerçekten savaşmamız gerekti, gerçekten savaştık ve başardık. Batı'nın kültürel bir uzantısı olmanın önüne geçmemiz gerekti, gerçekten de Batı'nın kültürel bir uzantısı olmama yoluna girdik, bir şeyi başarmak için gündemimize almak yeterli, bunu da başaracağız. Demem o ki biz Türkler, bir şeye gerçekten ihtiyaç duyduğumuzda o şeyi gerçekten yekindirebiliyoruz. Felsefede aynı başarıyı elde edemediğimize göre sizce de perspektif değiştirmenin zamanı gelmedi mi?
-Felsefe yapamıyorsunuz.
-Hayır yapabiliyoruz.
Asırlardır içinde debelendiğimiz bu döngüden çıkıp diyaloğu şuraya taşımak niyetindeyim:
-Felsefe yapamıyorsunuz.
-Felsefe yapmamız gerektiğini sana düşündüren nedir?
Felsefe gibi külçe bir başlıkta düşünmeyelim. Bir narsist var hayatınızda ve size dair kesif bir yargıda bulunuyor. Şayet kendiliğiniz ve özgüveniniz yeteri kadar demini almamışsa hayattan; yapacağınız ilk şey, o yargıya güçlü bir cevap aramak oluyor. Halbuki yargı hatalı, yargı yanlış, yargı baştan aşağı art niyetli bir manipülasyonun tezahürü. Bunu görmek yerine o yargıyı alt edecek kudrette bir cevap arayışına giriyorsunuz. Oysaki basket sahasında futbol oynanmaz; çalı üzüm vermez; incir deve dikeninde büyümez. Yanlış bir mekânda, safsatik bir bağlamda, kan revan içinde kalacağımız bir müsabakaya girmeye gerek yoktur. Gerek varmış gibi zannetmemizin sebebi manipüle edilişimizdendir. Narsisti alt edebilecek kudrette bir cevap aramak yerine yargısını hükümsüzleştirmek çok daha büyük bir zafer değil mi? Yargıyı ve dolayısıyla narsisti muhatap almamak, cevap üretmeye tenezzül etmemek ve nihayetinde tenezzül etmezler zümresinin asil koltuklarından birine yerleşmek, çok daha güzel olmaz mı?
Peki bizim, felsefe yapmaya neden ihtiyacımız yoktur?
Ontoloji
Varlık felsefesi, varlık bilimi, varoluş felsefesi vs. Batı'nın aydınlanma dediği süreçte varlığının başına bir şeyler gelmiş olacak ki aklıevvel kim varsa varlığın felsefesini yapmaya başladı. Saygı duyarız. Zira bizce de aydınlanma dedikleri dönem hem kendi varlıklarını hem de dünya milletlerinin varlıklarını tarumar etmeye kodlanmış histerik bir dönemdi. Adına aydınlanma dedikleri bu dönemde varlıklarının bu denli karanlığa duçar olması da büyük ironi doğrusu. Madem her şey bu kadar aydınlık, neden varlığını mumla aradın be kardeşim...
Peki biz Müslümanlar neden ontoloji yapamıyoruz. Neden egzistansiyalistler gibi bir ekol faş edemedik?
El cevap: Türkler, Batı’nın düştüğü varoluşsal boşluğa hiç düşmediler ki ontolojik felsefe yapsınlar. Varlığın boşa düşerse döner dolaşır onu ararsın, ararken de serdettiğin her mülahazaya felsefe dersin, amenna. Müslüman’ın varlığı, tevhid inancı marifetiyle dünyaya geldiği ilk andan itibaren canlı bir şekilde yekiniyor. Varlığına dair sorduğu her sorunun, inancı muvacehesinde bir de cevabı var. İşbu inanca gölge düştü mü felsefeye ihtiyaç duyarsın, amenna. Ben neden varım, neden tüm bunlar yaratıldı diye sorgularken senden önce sorgulayanlar ne demiş diye bakarsın, amenna. Böylelikle bir taraftan arz-talep dengesi oluşurken bir taraftan da literatür birikir ve bugün tüm tecessümüyle Müslüman toplumlara tebelleş olan Batı Felsefesi halini alıverir, buna da amenna. Bugün, Müslümanlar toplumların tamamından tevhid akaidi silindi diyebilir misiniz? Diyememelisiniz. Bir Müslüman, muvahhid olmaya devam ettiği sürece sağdan soldan varlık arayışına girmeye muhtaç olmaz diyebilmelisiz.
Varoluşumuzu, en az tevhid kadar tümgüçlü şekillendiren bir de rıza-ı ilahi düsturumuz var bizim. Tevhid için varlığın yazılımı diyeceksek rıza-ı ilahi için de donanımı diyebiliriz. Her an Allah'ın rızasını gözetmek irademizi canlı tutar; kendiliğimizi teyakkuz halinde sabit kılar; neyin nasıl yapılacağı hususunda eylemlerimizi mütemadiyen örgütler; belirsizliğin bulanık sularında boğulmak yerine hangi suya, hangi vakit girileceğine dair bize bir kılavuz verir. Amacını ve odağını bilirsen geriye sadece bilgiyi işlemek kalıyor. Bu kadarını chatgbt gibi insan mamülü bile yapabiliyor.
O halde diyebiliriz ki tevhid ve rıza-ı ilahi, bir Müslümanın varoluşuna dair karşılaşacağı bütün soruların cevabını verme kudretini haizdir. Bu varsıl, bir soru bir de itirazı beraberinde getirmelidir. Soru; tevhid ve rıza-ı ilahi odağından uzaklaşan bir Müslüman felsefe yapabilir mi? Evet, sadece bu takdirde yaptığı felsefeye, "Batılı gibi felsefe yapabiliyor "diyebiliriz. (Hoş bana kalırsa hayatında bir kere tevhide inanmış bir insan, hiçbir şeyi Hıristiyan gibi yapamaz da, neyse) Zira ortada bir boşluk vardır, o boşluğu doldurmaya da ihtiyaç. Tevhid ve rıza-ı ilahinin yokluğu, felsefeyi gerekli kılabilir. İtiraz da şöyle bir yerden gelecektir: "Sen tevhid ve rıza-ı ilahiyi haiz insanları, felsefe yapmaktan men etmişsen bunca felsefeyle uğraşan Müslüman'a tevhid ve rıza-ı ilahi'den yoksun mu demek istersin?" Estağfurullah, sadece yaptıkları şeye felsefe değil kelam demek isterim. Bu sebepledir ki "artık kelamcı yetişmiyor" diye hayıflanan insanlar gibi üzülmem pek vaki değil.
Epistemoloji
Bir başka zaviyeden; neden bilginin felsefesini yapamıyoruz. Müslümanlar’ın bilgiyle Batı’nın tutuştuğu gibi bir savaşı olmadı ki epistemolojik sancılar çeksin. Bizde bilginin amacı bellidir, Rabbi’n hikmetini anlamak. Biz kâinatı daha iyi öğrenmek isterken esasen Rab ne yaratmış, düzeni nasıl kurmuş ve bize ne yapmak düşer diye müşahede etmekteyiz. Bilgi bizde her haliyle bir araçtır. Akıllarımızı, Tanrı’ya ulaşma uğrunda terbiye etmekte kullandığımız genel geçer bir araç. Malayani sevmeyiz, kılükal dinlemeyiz, boş söz ve yalan bilgi istemeyiz. Bir bilgi, şayet Müslüman’ın daha iyi, daha ahlaklı, daha donanımlı ve Rabb’ini daha iyi tanımış bir versiyonunu yaratmakta işe yarıyorsa iltifat buyururuz. Peygamber ve varislerinin bütün öğütleri bu yöndedir, uymaya çalışırız.
Bilgiye bir paragraf daha vermek istiyorum. Bu paragrafı kendi kişisel hayatımdan süzüp getirdim. Ben bilginin nasıl bir iktidar unsuru olabildiğini, nasıl başkasına şiddet uygularken kullanılabildiğini, karşındakinin cehaletini yerle bir edecek bir kırbaç hükmünü taşıyabileceğini gençlik yıllarımda gördüm. Canımı yakan birine haddini bildirmek istediğimde bilgi yanı başımda beliriveriyordu. Tek bilgilik canı vardı herkesin, tüm karizmasını alt üst edip masadaki iktidarı ele alabilme hakkım, mütemadiyen saklıydı. Bilgiye, çevremdekilerden daha ziyade sahip olduğum için bulunduğum her ortamdaki en güçlü bendim. Geriye, bu gücü kullanıp kullanmayacağım yönündeki ahlaki mücadele kalıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse insanlara karşı bilgiyi kullanmamaya çalışmak, herhalde gençliğimin en ağır imtihanlarından biriydi. Kullansan savaşı kazanacaksın ama ahlakın, öz saygın ve kendiliğin kan kaybedecek. Bu cepheye her indiğinde; kendiliğine duyduğun saygıyı tercih edip insanların seni kanatmasına müsaade etmek çok zordu. Göz göre göre, aptal yerine konula konula, bilgiyle sağlanacak iktidara tenezzül etmeye etmeye, bu uğurda nefsimizi kanata kanata bugün, eriştiğimiz noktaya gelebildik. Artık şükür, bir bilgi varsa şayet, haline sirayet ediyor ve hem sen cahillerle aynı masaya oturmamayı öğreniyorsun hem masaya oturduğun insanlar, senin karşında bilgiyle üstünlük sağlayamayacağını sezgisel de olsa biliyor. Demek istiyorum ki bilgi; nefsin en güçlü silahı, ona tevessül etmemek de en büyük imtihanı olabiliyor.
Hikâyeyi kişiselleştirmeye hiç gerek yok, yine Batı’ya gidelim ve pozitivizmle birlikte bilgiyi bir güç unsuru olarak nasıl kullandıklarına bakalım. “Descartes’tan Hume ve Kant’a ve ötesine uzanan Batı felsefesindeki büyük epistemolojik gelenek, bilgi sorununu bir tür eşitlikçi hermönetiklik veya hermönetik eşitlikçilik açısından değil; daha çok ayrımcı bilişsel elitizm açısından formüle etti…. Tüm zihinlere benzersiz bir nesnel gerçeğe ulaşma potansiyeli verildi, ancak yalnızca doğru yöntemi kullanmak ve kültürel beyin yıkamanın baştan çıkarılması şartıyla.”
Bu pasaj, çok tefsir götürmekle beraber Batı’nın düşünce dünyasının emarını çeken bir kesittir. Bilgi güçtür argümanından hareket edelim; Batı, bilgiyi insanlığın yararı ve ilerlemesi için kullanmadı. Aksine diğer toplumlar üzerinde bir güç unsuru olarak kullandı. Eğer bilgiyi güç olarak kullanırsan ne olur? Artık düşmanına silahla savaş açmak zorunda kalmazsın... Bilgiyle üstünlük kurarsın ve üstün olduğunu düşündüğün için de onun üzerine hegemonya kurma hakkını elde edersin. Tüm bunları yaparken fiziksel bir güç kullanmana ve ölmene gerek yoktur. Bilgiyi ayrımcı bir bilişsel elitizm haline getirmek, dünyanın geri kalanını non-elit yapar ve tüm insanlık, senin nezdinde aşağılık varlıklar oluverir. Batının bu yaklaşımına göre; tüm insanlarda mükemmel olma potansiyeli vardı ama bunu sadece bilgiye ulaşarak muhteşem Batı başardı. “Biz (Descartes’ın kartezyen felsefesiyle) doğru yöntemi bularak ulaştığımız bilgi marifetiyle bu mükemmelliğe eriştiğimiz için tüm dünya milletlerinden üstünüz. Aynı metodu kullanırlarsa onları da kendimiz gibi görürüz, bu metodu kullanmayan herkes terbiye edilmelidir.” Ancak böyle düşünen bir insan başka milletlerin tüm varlığını sömürebilir.
Batılı'daki bu temayül, şüphesiz leylekler tarafından getirilmedi. WASP (White - Anglosakson - Prüten) dediğimiz misyonun 19. yüzyıldaki terennümüdür. Beyaz adamın yükü dedikleri; yetişkin bir Wasp’in amentüsüdür: “Dünyadaki diğer milletleri yöneterek ilerlemelerini sağlamak bizim yükümüzdür”. Ancak böyle inanırsan Afrika’yı sömürebilirsin, Holokostu gerçekleştirip milyonlarca yahudiyi sabuna çevirebilirsin. Hitler ve Descartes arasında alt tarafı bir uygulama farkı vardır. Velhasıl, Batı’nın bilgiyi tekeline alması ve tüm dünyayı, bilginin Batı’da olduğuna inandırması, bundan sonra yapacağı bütün zulümleri meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Şimdi hanginiz çıkıp “Bilgi, Batı nezdinde politik ve siyasi bir güç unsuru değil” diyebilir?
Söz gelimi insan hakları bahsi. İnsan haklarının ne olduğunu ve hangi noktada başlayıp bittiğini sen tayin edip yönetirsen dünyadaki diğer insanların neye hakkı olup olmadığını da sen tayin edip yönetirsin. Bu saikle Gazze'de, Doğu Türkistan'da ve nicesinde yaşanan zulüm, şayet işine gelmezse elbette insan haklarının ihlal edildiği yargısına varmayabilirsin. Batı, hangi konuda otorite olmuşsa o konuda sorgulanmaz olduğunu gördü. Eğer bilgi konusunda da otorite olursa birçok başlıkta sorgulanmayacağını da biliyordu. İki asırdır bilginin felsefesini yapıyor ve iki asırdır tüm insanlığı, bilginin Batı'nın kaynağından çıktığına ikna etmiş durumda. Bu şartlar altında birgün Batı çıkıp "Siz Osmanlı bakiyesi, elimdeki tarihî vesikalara göre şu tarihlerde, şunları yapmak suretiyle insan haklarını ihlal ettiniz, tüm insanlığın hakkını gasbettiniz, bunun karşılığında İstanbul'u vermeniz gerekiyor, direnmeyin" dediğinde bize silaha sarılmaktan başka ne yapmak düşer? Aman canım sen de demeyin. Şunun şurasında, Recep Tayyip Erdoğan'ın Saddam Hüseyin'le özdeşleştirileceği kehanetinin gerçekleşmesi üzerinden alt tarafı iki gün geçti.
Bilgiye böyle yaklaşırsan elbette mahiyetini sorgulamak üzere ziyadesiyle kafa açarsın, açmalısın da. Açmalısın ki bir Doğulu olarak bana şunu söyletebilesin: “Adamlar iki asırdır epistemolojiyi tartıştı, bu uğurda bir sürü filozof yetiştirdi, yazdıkları kitaplar ortada, hepsini okudum ama kafam karıştı. Demek ki benim aşkım, onların yazdıklarını alacak kadar güçlü değil. O halde edeben, sorgulayanın yolunu takip edelim.” Geçmiş olsun, manipüle edildik. Bunun yerine şöyle durabilmeliyiz; şayet bilgiyle kurduğunuz ünsiyet bu kadar nettiyse neden iki asırdır kitaplarca yazıp çizdiniz? Net olan bir olguyu bu kadar tartışmanız ahmaklıktır. Yapmaya çalıştığınız şey kafa karışıklığından başka bir şey değil. Amacınız, benim kafamı karıştırmak ve o karışıklığın içinden çıkamayıp size biat etmemi sağlamaktır. Size biat etmeyeceğim.
"Çokluk sizi oyaladı" ayeti çok çarpıcı ve nereden sancımışsan oraya şifa olabilecek kadar kudretli bir ayet. Postmodern insanın içinde kaybolduğu belirsizlikler ve çoklukların ne haddi ne hesabı var. Bilgi bunlardan sadece biri. Batı'nın bilgi namına yazıp çizdiği tüm felsefi literatürün içine girip kaybolduk. Biz felsefe kanadında bunlarla uğraşadururken adamlar siyaset ve yönetim kanadında atı alıp Üsküdar'ı geçti. Müslüman'ın odağı bellidir: bu, rıza-ı ilahiye matuf bir iş midir?Bu odak bizi, resme bütünsel bakmakta kaim kılacak ve istikametin ne olduğunu mütemadiyen hatırlatacaktır. Biz bilgiyi, başka milletlere üstünlük kurma amacıyla edinmedik. Bizim, başka milletleri sömürmek ve zulmetmek gibi ontik bir kaygımız olmadı. Bizim medeniyetimizin bekası, güçsüz milletlerin kana bulanmasına bağlı değil. Biz, kendimizden daha aşağı bir toplum gördüğümüzde onlara İslam’ı anlatır ve ümmet kervanına katılmasını salıkveririz. Katıldıkları takdirde de kendimizle birlikte yekinmeleri için elimizden gelen her şeyi yaparız, varsa iki lokmamız, birini onlara veririz. Bizden daha güçsüz medeniyetlere yük olarak değil ahlaki bir sorumluluk olarak bakar, ihya olmaları için üzerimize düşen bütün görevleri yerine getiririz. Bu saikle bizim için bilgi, bir başkasına karşı kullanılabilecek ayrıştırıcı bir güç olmaktan ziyade bütünleştirici bir tutkal hükmündedir. Biz bilgiyi ayrışmak için değil birleşmek için kullanırız. Bu takdirde bilgi bir araç oluveriyor ve bizim medeniyetimiz, araç hükmünde değerlendirdiği bir dinamiği, varoluşu kendisine muhtaç bir amaç addedip ulusal hezeyanlar yaratmıyor. Aksi takdirde Batı gibi bilgiye tapan, onu kendine dünyevi bir tanrı belleyen ve Tanrısına sırtını dayayıp kendi gibi olmayan tüm toplumlara eziyet eden pozitivist ahrazlar oluveririz, maazallah.
“Felsefeye neden ihtiyacımız yok” bahsini, ontoloji ve epistemoloji başlıklarıyla temellendirmiş olduk. Dahası yazılır fakat ziyade olur. Günün sonunda Müslüman, Tanrısının varlığından şüpheye düşmedi ki orada bir Tanrı var mı diye fener icat edip bulduğu her karanlığa tutsun. Biz kafirle karşılaştığımız vakit, neye inandığımızı anlatmamız gerekti ve lutfedip kelam ilmini icra ettik. İşler biraz daha sarpa sarınca Müslüman filozoflar kalemlerini biledi ve felsefe icra etmeye başladılar. Ardından Gazali, Tehafüt’üyle birlikte bu çabanın tüm hükmünü yitirtip Müslüman filozofların kalemini kırdı. Nedir Tehafüt? Gazali’nin: “İşlerin sarpa sarmasının sebebi, sizin gözlemlediğiniz sorunlar ve gavur felsefecilere öykünüp kendinizce bulduğunuz cevaplar değil; İslam’ın hakkıyla icra edilmemesidir” demesi ve istikameti tevhid yoluna evriltmesidir. Selam olsun.
Not: İslam ilimleri tedrisatım boyunca en sevdiğim kategori felsefe olmuştur. Bu uğurda Gazali'yle de takriben 7-8 yıl dövüştük. Velhasıl bu yazı, tam bir "herkes öldürür sevdiğini" yazısı olmuş, ziyade olsun.
Yorumlar
Yorum Gönder