İnsana dair mülahazalar: Kıskançlık bahsi


Her hafta bir yazı yazmak istiyorum buraya. Geçen hafta bu kapsamda birkaç sekme açtım ve hiçbiri bitmedi. Zira hepsi birbirinden girift ve soyut bahislerdi. Yeni bir word dosyası açmayı bırakıp doğrudan bloğa girmek suretiyle metni yazmaya ve bu aralar en büyük gündemim ne olmuşsa onu işlemeye karar verdim. 

Psikolojide temel fantezi diye bir kavram var. Bu kavrama göre bireyin yaşarken hayatla kurduğu bütün ilişkiyi belirleyen temel bir dinamik vardır. Söz gelimi sürekli insanlara karşı aşırı fedakârlık yapan ve verdiği emekle aynı mesabede karşılık görmeyen biri, mütemadiyen "ben ona neler yaptım ama o bana bunu bile yapmadı", "sizin için saçımı süpürge ettim ama siz kıymet bilmediniz" cümlelerindeki temel serzenişlerde bulunur. Bu örnekte temel fantezi, bireyin narsizm madalyonunun karanlık tarafındaki bu fedakârlığı aşırı derecede işletmesi ve karşılık görmediği takdirde mütemadiyen serzenmesidir. Bu frekanstaki birey sürekli şikayet dilinde ve mağdur pozisyonundadır. Hayattaki en temel fantezisi de budur; sürekli mağdur olmak... Bunu dünyanın hakimi yaparsan dönüp sana şöyle serzenir: görüyorsun dimi? milyarlarca insan varken bana kaldı bu sorumluluk, hayattaki şansımı görüyorsun dimi? 

Başka bir örnek daha verelim; psikolojizmle birlikte hayatımıza tebelleş olan bir travma mobingi var malumunuz, geçenlerde yazmıştık bu konuyu. İnşa edilmiş popüler gerçeklik, travmalara sınırsız bir hak tanıyınca insanlar da buldu mu bırakmıyor. Bir travması mı var? Tüm hayatını onun etrafında şekillendirecek kadar konforlu bir yaşayış tahdis ediyor. Onlardan birine geçelim; annesinden sevgi görmemiş ve hatta şiddet görmüş bir adam, ilk ötekisi olan kadınla iletişiminde hep bu handikapları deneyimler. Biz kızlar bu frekanstaki erkeği mommy issues diye gündelik dilimizde şemalaştırdık. Bu arkadaş annesinden sevgi görmediği için başka bir kadından sevgi görebileceğine inanmaz ve yine annesinden merhamet görmediği için bir başka kadın kendisini şefkatle sevdiğinde yadsır. Sevgi ve şefkat beyefendinin çocukluk evinde öğrenmediği iki temel dinamik olduğu için hayata dair en iyi bildiği şey sevilmemek ve şefkate değer olmamaktır. Bu örnekteki temel fantezimiz şu; hayat dolu bir sevgi ve tanrınınkinden kırpılmış bir merhametle sarıp sarmalasan bile seni kendi sahasına almaz. Çünkü ancak seni almayınca hayat boyu sürdürdüğü o yılgınlığı sürdürmeye devam edebilir. Bu yılgınlık, bu örnekteki erkeğin temel fantezisidir. 

Birey, temel fantezi ekseninde oluşmuş bu konfor alanından çıkmaya ve değişmeye cesaret göstermedikçe en sadık yaveri o temel fantezisi olur. Zira en iyi bildiği şey budur, bu konuda hayat boyu biriktirdiği ilişki tecrübelerinden mülhem kapsamlı bir veri tabanına sahiptir. Bu patoloji kendisine mutsuzluk bile verse patolojisini muhafaza eder. Bu arada mutsuzluk vermek derken yanlış bir cümle kurduk; bu birey aksi yöndeki mutluluğu hiç deneyimlemediği için içinde bulunduğu temel fantezi, onun esas mutluluk kaynağıdır. O aslında bizim dışardan bakınca patoloji dediğimiz ve "nasıl değiştirmeye yeltenmez, elimden geleni yapıyorum, bir insan nasıl bu kadar kör göze patolojik kalabilir" diye şaşırdığımız o dinamikle çok mutludur. Çünkü o dinamik, bu bireyin evidir. Bilirsiniz insanın evi, en huzurlu hissedeceği yerdir. Bu yüzden değiştirmek de istemez, değiştirme ihtimali olan biriyle karşılaştığında ona hemen sırtını döner. Nihayetinde insanoğlunun tüm acılarını masaya koymuşlar, herkes yine kendi acısını almış dimi? 

Bu yazıya temel fanteziyi yazmak için başlamadım. Hayatımızın belli dönemlerinde sürekli karşımıza çıkan bir örüntü olur; temel döngü. Aileniz, arkadaşlarınız, iş hayatınız, entelektüel faaliyetleriniz, izlediğiniz film, okuduğunuz kitap, yaya geçidinde karşıdan karşıya geçmek üzere beklerken yanınızdaki insanların arasında geçen bir diyalog ve ardından hafıza... Bir döngüye girmişseniz şayet hayat sizi tüm enstrümanlarıyla birlikte o döngüde sabit tutmaya çalışır. Algıda seçicilik diye yüzeysel bir şekilde ifade ettiğimiz hadise budur. Amacı nedir peki? 

Öğrenme dediğimiz hadise, bilmediğimiz şeye en yoğun maruz kaldığımız dönemde gerçekleşir şüphesiz. Yeni bil dil öğreniyorsan o dili hayatının her yerine aldığında, sabah akşam onunla vakit geçirdiğinde, izlediğin filme ve okuduğun kitaba kadar tüm gündelik mesaini ona tahsis ettiğinde ilişkinizin en yoğun dönemini yaşarsınız ve öğrenme bu dönemden sonra gerçekleşir. Döngüler de böyledir işte; öğrenmeniz gereken bir şey varsa hayat dört bir koldan sizi ve tüm algınızı o şeye zimmetler. Ta ki siz, alınması gereken dersi alıp öğrenilmesi gerekeni öğrenerek olgunluğunuza bir basamak daha atlatıncaya kadar... 

Bu sıralar hayatımdaki en temel döngüm kıskançlık. Bu mesaiyi çok daha erkenden paketlemiş olmam gerekirdi fakat hayatım biraz farklı seyretti sizinkilerden. Ben 20-28 yaş aralığımdayken sizler ilişkilerinizdeki kıskançlık dinamiğini deneyimliyordunuz. Ben ise sabahlara kadar okuyup Doğulu bir ailenin tek başına kamuya atılmış küçük kızından bir akademisyen yaratmaya çalışıyordum. O dönemlerde de ilişkilerim oluyordu ve zaman zaman ne düğü belirsiz sorunlar yaşıyordum tabi. Ara sıra sizlerle denk gelip bu sorunları konuştuğumuzda kıskançlıktan bahsediyordunuz. "Bana neden bunu yaptı aklım almıyor. Gidip sordum ve 'sana başka türlü zarar veremezdim' dedi" diye yaşadığım ilişki krizini anlattığımda, birçoğunuz bu cümleyi kuran arkadaşın beni kıskandığını söylemiştiniz. Açıkçası o zamanlar her ne kadar hepiniz aynı yorumu yapmışsanız da ben kıskançlık varsayımınıza pek inanmamıştım. Neden kıskansın ki? Aklım almıyordu. Çünkü kıskançlığı bilmiyordum... Ne kendimde fark etmiştim ne de ilişki içinde olduğum insanlarda görüp tanımıştım. Bu arada insan kendinde görmediği şeyi başkasında gördüğünde de tanımıyor. Peygamberin, "merhamet etmeyen merhamet olunmaz" dediği yerdeki işteşlik de böyledir. Sevmeyi bilmeyen insan sevemez, kendini sevmeyen insan başkasını da sevemez şeklinde arttırılabilecek bir dizi kişisel gelişim diskuru da bu teze dahil edilebilir. Gerçekten de sen, kıskandığını bir kere fark edip o kıskançlık tarafından örselenmediysen dünyanın her yanından sana bas bas kıskançlığı çığırsalar da "abi nalaka ya" diye sosyal zekasız bir şekilde başına geleni anlamaya çalışırsın ve fakat başaramazsın... 

Şimdilerde anlıyorum, neden kıskançlık gibi doğal bir duyguyu görmekten ve tanımaktan bu kadar kaçındığımı. Çünkü bizler, kıskançlık dendiğinde aklımızda hep onursuz bir şema canlanır. Kıskanan insanı çok sefil görürüz, özgüvensiz ve eziktir bizler için. Bir insanı bu hasletlerde görmek beni huzursuz ettiği için kıskançlık varsayımını asla kabul etmiyordum. Belli ki bir insana bu denli onursuz olmayı yakıştırmıyordum. Çünkü kıskançlık denen meseleyi olduğu gibi değil, anlatıldığı gibi öğrenmiştim. Her insanın duyumsayabileceği kadar doğal bir duygu, bizlere gerek dinî gerek sosyal formasyonla olsun aşağılık bir şekilde anlatılmıştı. Oysa beş kardeşli bir ailede, ilgi eşit dağılmadığında ki hiçbir zaman eşit dağılmaz, kıskançlık duygusunu gayet deneyimliyordum. Fakat sevgi, sorumluluk, paylaşım, fedakârlık gibi toplumun nispeten işine gelen duygularla kendini yekindirmeliydim, öyle de yapmışım ki kıskançlık hiçbir zaman akut bir gündem olmamayı başarmış hayatımda. Belli ki biz büyürken hayatımızın bir yerinde bu kadar doğal bir duygu toplum tarafından idealize edilmiş ve makbul insan, kıskançlığı hiç duyumsamayan insandır şeklinde zihinlerimize pelesenk edilmiş. Biz de teslim olmuşuz. 

Bu yıl hayatımda çok büyük değişimler oldu. Kadınlar bilir, 30 yaş bir kadının hayatındaki tampon yılıdır. Öncesi ve sonrasındaki steril geçişi yapabilmek adına kan revan içinde kalırsın. Geçmişten getirilen atılması gereken yükleri attığın gibi geleceğe dönük atılması gereken adımları da bu yaşında atarsın. Bunun da kadınlar arasında regl gibi gizli bir konsensüs olduğunu yılı bitirmeye yakın fark ettim. 30'undan küçük kadınlara karşı yüksek bir merhamet yükleniyor, başına gelecekleri biliyorum küçüğüm, ben buradayım diye hepsini sarıp sarmalamak istiyorsun. 30'u çoktan aşan büyük kadınların ise sana mezun olmuşsun gibi davranıyor. Tamam şimdi diplomanı aldın, yanımıza gelebilirsin diyor tabiri caizse... 

Yaşadığım bu devrim niteliğindeki yıl, geçmişte öğrenemediğim tüm meseleleri binbir ilişki kriziyle önüme getirdi. Kıskançlık onların en güçlüsü olmuştu şüphesiz. Fark ettim ki ilişkilerdeki krizlerin en derininde hep kıskançlık duygusu çıkıyordu. Benim şimdiye kadar "narsistik kırılma" diye entelektüelize ettiğim hadise, aslında son derece primitif bir kıskançlıktan ibaretti. Elbette günün sonunda hisseden kişiye narsistik bir kırılma yaşatıyordu ancak bu bir sebep değil, sonuçtu. Ben sebebe ne kadar baktığımı zannetsem de görmezmişim. Çünkü dedim ya insanlık onuruna yakıştırmamayı öğrenmişim. Adına narsistik kırılma derken insanlık onuruna entelektüel bir ikramda bulunmuş oluyordum. 

Hayatımızdaki temel döngümüz bu olunca Büşra'yla bu konuda epey konuştuk haliyle. Kıskançlık duygusuna dair temel sorunun, kıskançlığı hissetmek değil de hissedilen kıskançlığı kendine mal ederek ilişkiyi yönetememek olduğuna karar verdik. Kıskanmak en az sevmek kadar doğal bir duygulanım ve sevginin olduğu her yerde muhakkak karşımıza çıkıyor. Ya sevdiğimiz insanı başkalarından kıskanıyoruz ya da başkanlarını sevdiğimiz insandan kıskanıyoruz :) Günün sonunda nerede sevgi varsa orada ilişki, kıskançlığa kaçınılmaz bir şekilde gebe kalıyor. Peki bu kadar doğal ve kaçınılmaz bir duyguyu hayatlarımızda bu denli majör bir sorun haline getiren nedir? 

İşte kayışın koptuğu yer burası. Kıskançlığın kaynağını duymakta başarısız bir varlığız. Kuşkusuz duygularımızın yoğunluğu, bu sebepleri anlamamızın önündeki en büyük engel oluyor. İnsan sorunları çözmeye kendini değiştirmekle başlamadığı gibi faturayı kesmeye de kendinden başlamıyor. Eğer kıskanmışsak sorunu kendimizde değil, kıskanmamıza sebep olan ikincil faktörlerde ararız. "Ben ona yeteri kadar değerli hissettirmedim" demeyiz de "Nasıl benim ona ne kadar değer verdiğimi görmez!" demeyi tercih ederiz. Bu denklemde fatura, değeri hissettirmeyen bizde değil, değeri bir türlü anlamayan ötekimize kesilmiştir. Değersizlik ve kıskançlık birbirinden ne kadar ayrıştırılır bilemiyorum. Değersizlik hissinizin olduğu bir bağlamdaki kişi sayısına bakın, ikiyi aşıyorsa içinizde bir yerde gizlenmiş kıskançlığı bulabilirsiniz.

Yola buradan çıkınca da ilişkiler gittikçe şiddetli çatışmaları, içinde bir gram anlayış barındırmayan muhabbetleri, kendi duygularını teskin edebilmek için mecbur kalınan öfke nöbetlerini ve daha nicelerini getiriyor. Yıpranıyoruz ey halkım... 

Gündemim bu ya, dün gece Bağdat Caddesi'nden 19:25'te çıkıp saat 20:00'deki Bir Düşüş'ün Anatomisi isimli fransız filmine yetişmek için AKM'ye koştum. Topuklu çizmelerim ve ben metrolarca koştuk filme yetişebilmek için ve şükür üç dakika rötarla Yeşilçam Salonu'ndaydım. Fransız filmlerine karşı muhafazakar ön yargılarım var. Alagavat bir toplum oldukları için zaman zaman filmleri beni çileden çıkarıyor. Gerçi Fransızların tarihi de kültürü de karakteri de beni çileden çıkarıyor... Fakat ben hayatını ön yargılarına teslim etmeyen bir salağım. Bir kere teslim etsem daha konforlu olacak ama huyum bu ya, nerede ön yargım varsa oraya koşuyorum. 

Filmi izlemeyenler olabileceği için spoiler vermeyeceğim. Bana göre tüm film, karı-kocanın arasında geçen bir diyalogdan ibaretti. O beş dakikalık diyaloğun tüm vehametini anlayalım diye iki buçuk saatlik bir film çekmişlerdi. Yine indirgeyecek olursak kıskançlık temasıyla karşılaştığımız bir bağlam olmuştu. 

Sosyoloji, iki kişinin olduğu yerde toplumu başlatıyor. Bir başka deyişle iki kişinin olduğu yerde kıskançlık başlıyor... Adem'le Havva'ya gidelim mi? Ben Lilith'in mitolojideki anlatısını çok seviyorum. Biraz ondan bahsetmek isterim zira insanlığa doğru en karanlık duyguların doğduğu efsane bir mittir. 

Rivayete göre Tanrı, Adem ve Lilith'i aynı topraktan eşit statüde ve birbirlerine eş olsunlar diye yarattı. Cennette gününü gün eden çiftimiz bir süre sonra cinsel birlikteliklerinde sorun yaşamaya başladı. Birliktelikleri esnasında Adem'in sırtının gökyüzüne, Lilith'in sırtının ise toprağa dönük olduğu pozisyon Lilith'in canını sıkmıştı. "Neden Adem sırtını yaşama, sonsuzluğa, aydınlığa, tanrımıza ve güzelliklere dönüyorken ben ise ölüme, cerahate, karanlığa ve şeytana dönüyorum!" Bu isyanda gökyüzü ve yeryüzü tek açıdan yorumlanmış iki sembolik anlamı haiz. Bilirsiniz mitolojide cezalar yeraltında verilir, kaçanlar yeraltına sığınır, ölenler yeraltına gömülür... Kızımız bu anlamlardan mütevellit misyoner pozisyonuyla derde düşüp başkaldırmıştı ancak Adem uzalaşmacı bir tavır sergilemedi. Devam eden süreci; ilişki krizleri, Lilith'in isyankarlığı, başkaldırısı, kendi arzusunu gerçekleştirme amacı takip ettiyse de Adem hiç bu sularda yüzmedi. Gel zaman git zaman, Lilith hem eşit olduklarını kabul edip uzlaşmaya yanaşmayan Adem'e hem de gün gibi adaletsizlik varken elini hiç de taşın altına koymayan Tanrı'ya kırgınlık ve kızgınlık duyunca Adem'i terk etmek istedi. Bunun üzerine Tanrı'ın yasak ismini söyleyerek cennetten kaçış hikayesini başlattı. Adalet istenci uğruna ödediği ilk bedel, cennet bahçelerinden çıkıp Kızıldeniz dolaylarında bir mağaraya geçmek olmuştur. Buradaki iblislerle yaşamaya başlayan Lilith'in her gün yüz çocuğu olur. Lilith verdiği kararın bedelini efendi efendi ödemeyi göze almış ve yeni hayatına da gayet adapte olmuş durumdadır. Ancak gel gelelim Adem tarafında işler pek iyi gitmiyor. Adem her gün Tanrı'dan Lilith'i geri getirmesini, yalnız olmak istemediğini, ısrarla Lilith'i istediğini söylüyor. Bunun üzerine Tanrı, meleklerini Lilith'i çağırması için Kızıldeniz'e gönderiyor. Fakat Lilith adalet uğruna verdiği mücadeleden vazgeçip Adem'e dönmeyi reddediyor. Melekler her ne kadar "eğer gelmezsen her gün yüz çocuğunu öldürürüz" demişse de Lilith, mücadelesinden yine vazgeçmiyor ve her gün gerçekten yüz çocuğunun ıstırabını yaşamayı göze alıyor. 

Tanrı baktı ki işler kontrolden çıktı. Gördüğünüz gibi denkleme kadın girince ilk insandan beri işler pek de kontrol edilemiyor... Bir çözüm arayışına giren Tanrı, Adem'e yeni bir eş yaratmak ister; Havva. Havva kızımız Lilith gibi Adem'le eşit bir elementten yaratılmıyor. Adem'in kaburga kemiğinden yaratılan Havva, beklentiye göre Lilith kadar eşitlik ve adalet istençleri gibi devrimci dertlere düşmeyecek ve Adem ne isterse istesin ona itaat edecek. Öyle de oluyor nitekim. Fakat iş bu ya bir tarafta Adem Havva'dan sıkılıyor bir tarafta da Lilith her gün ölen yüz çocuğunun acısından bir intikam arzusu büyütüyor. Biz kadınların erkeklerin hiçbir zaman tam anlamıyla itaatkar kadınları arzulamadığını öğrendiğimiz ilk hikaye de budur. Erkekler mücadele etmek ve verdikleri mücadeleyi sürekli kazanmak ister. Mücadelenin olmadığı yerde erkek de fıtri bir deformasyona uğrar. Bu yüzden erkekler, çatışma ve zorluk barından ilişkileri içten içe arzular. Bu uğurda kimisi konforlu bir evlilik sunan itaatkar eşlerini aldatır kimisi de kapasitesini aşan müsabakalarda ömrünü heder eder. Neyse bu yorumlar günümüzün konusu, biz mitimize devam edelim. 

İntikam almak isteyen Lilith, birgün iblis kılığına girip cennete gider ve Havva'yı yasak meyveyi yemesi için ikna eder. Adem de Lilith'in gidişinden beri heyecansız hayatına adrenalin fırsatı tanıyan Havva'nın tahrikine uyar ve Havva'nın telkinleriyle yasak elmayı yer. Böylelikle cennetten düşerek dünyalı olmuş olurlar. 

Adem'le Havva'nın dünya hikayesinde konumuzu bağlayan bir hikaye daha var, girmişken onu da analım: ilk cinayet... Hatırladınız, Kabil de kardeşi Habil'i, Tanrı'nın ilgisinden kıskandığı için öldürmüştü. 

Lilith gökyüzüne sırtını dönen Adem'i kıskanıyor ve isyan ediyor. Havva yanıbaşındaki kocasına ne sunarsa sunsun Adem'in hâlâ Lilith'i özlemesini kıskanıyor ve yasak meyveyi yemeye ikna oluyor. Adem Lilith'in dünyada iblisle birlikte olmasını kıskanıyor ve Lilith'in sunduğu adrenalin dolu dünyaya dalma arzusuyla Havva'nın tahrikine uyuyor. Kabil, Tanrı'nın, kardeşi Habil'in sunağını daha çok beğenişini kıskanıyor ve kardeşini öldürüyor. 

Bu hikayeler elbette kıskançlığa indirgenmeyecek kadar devasa anlatılar. Nasıl yukarda kıskançlığı değersizlikle gebe kılmışsak hasedi, hırsı, intikamı ve daha nicesini de bu denklemde işleyebiliriz. Benim amacım ya da daha doğrusu döngüm; projeksiyonu sürekli kıskançlığa yöneltmekti. Bu uğurda bugüne kadar bildiğim her şeye kıskançlık projeksiyonunu yönlendirdim. 

Geçenlerde Kulüp dizisinin ikinci sezonunu izledim ve orada da kıskançlık duygusunun zehirli çiçekleriyle karşılaştım. Zehirli çiçek? Ortaokulda bir şiir dinletisi yaparken payıma Ümit Yaşar Oğuzcan'ın Unutma ki şiiri düşmüştü. Güzel konuşan, belagatin hakkını veren bir ifade gücüne sahibim şükür. Haliyle şiiri de güzel okurum. O şiir, kıskançlık kelimesiyle belki de ilk formel karşılaşmamdı. Zehirli bir çiçek demişti Oğuzcan ve yine belki de kıskançlığı biraz da olsa masum tanımama sebep olmuştu. Halbuki kıskançlık zuhur ettiğinde ortada çiçeklerin bir şekilde yeşerebileceği bir bağ bahçe bırakmıyordu. Kulüp dizisinde olduğu gibi. Kıskançlık duygusu tarafından ele geçirilen Keriman, bu duygunun tesiri altına öyle bir girdi ki Selim Songür'ün ölmesine sebep olan o tezgahı kurabildi. O halde kıskançlığa, hiçbir veçhesiyle çiçek kelimesiyle anılamayacak kadar ürkütücü bir gerçeklik olmak kalıyordu. Öyle ya, içine düştüğünde bir insanın katlini bile meşrulaştıracak kadar büyük bir yanılgıydı kıskançlık. Adına yanılgı demem insanı gerçeklikten son derece bireysel bir itkiyle bu denli güçlü koparabilmesindendir. Sadece hissedenin anlayabileceği boyutta bir haklılık, bir yanılgıdan başka bir şey olamaz değil mi? Hiç değilse toplum tarafından deli diye ötekileştirilen birkaç tane şairin size hak verebilmesi gerekir. Onlar ki insanların bütün sabahlarını merak eder, onlar ki karanlıktan sudur eden her arzunun peşine takılır ve kimisi, ansıdığı her şeyi ahlaki bir sokağa getiriyorsa da birçoğu buna gerek bile duymaz. Evet kıskançlık, en iyi ihtimaliyle şairin ajandasında bile kendine meşruiyet bulamayacak kadar büyük bir karanlığa çalıyor. 

Bir insanın gözünü en kana bürüyen duygu kıskançlıktır desek abartmış olur muyuz? Bu konuda sanırım aklınıza farklı duygular ve bağlamlar gelecektir ancak dürüst olmam gerekirse hiçbirinin ilk cinayet olarak dünya tarihine kazınan Kabil ve Habil'in hikayesi kadar geçer akçe olduğunu sanmıyorum. Sizinle kıskançlıktan daha zehirli bir duygu var mı diye tartışırım ancak beni ikna edebileceğinizi de sanmıyorum. Hayatımın; kıskançlık uğruna yazılan bu hikayelerin birer mitolojiden ibaret olmadığının, yeri gelince hiç beklemediğin yerden hiç beklemediğin insandan ve hiç beklemediğin bir şekilde maruz kaldığın bir kıskançlık krizine kurban gidebileceğinin mümkün olduğuna iman ettiğim bir evresindeyim. Böyle bir uçurumun kenarına gelmişseniz; hayatınız boyunca tanıdığınız en büyük orospular sizi orospulukla itham edip uçurumun kenarından itebilir. Tüm mal varlığını haram icraatlerde yekindirmiş biri, helalinden geçinmeye çalışan sizi, tüm maliyenin huzurunda giyotine götürebilir. Dünyayı ziyadesiyle ahlaki bir pencereden izlediğiniz için sizi hayat boyu yargılayan tüm oportünistler, aniden eli maşalı ahlak zabıtanız olabilir. Hayatı boyunca tek bir gün bile "ben kimim, ne yapıyorum, bu hayattaki varlık amacım nedir, neye inanıyorum, inandığım şeyin hayatımdaki yansıması nedir, varlığımı hangi hakikatin üzerinde yekindiriyorum" diye sorgulamamış ve bulunduğu her kabın şeklini almak suretiyle gündelik yaşamın icbar ettiği çıkarları ve iktidar ilişkilerini koordine eden kendini bilmezler tarafından savruk, ne istediğini bilmez ve tutarsız addedilebilirsiniz. İnan hiç beklemediğiniz anda olur tüm bunlar. İçine kıskançlık duygusu düştü mü bir insanın, ruhunun tanrıyla bağlı olması gerekir ki dünyanın en acımasız kötüsü zuhur etmesin. 

Öyleyse biz kıskançlığın nasıl sefil bir lanet olduğunu, insanın karanlığına düştü mü ne denli bir zalim büyüttüğünü ve aynı zamanda müstakil benliklere sahip olduğumuz için de kıskançlığın kaçınılmayacak kadar doğal bir gerçeklik olduğunu öğrenmiş olduk. Peki hissetmesi bu kadar doğal olan bir duygudan, sonuçları ötekimize zarar vermeyecek kadar sağlıklı bir şekilde nasıl kurtulabiliriz? Çünkü hayat bu ya, ötekimizi yakıp yıkma hakkıyla gelmedik dünyaya. Aksine, kendini var ederken mümkün mertebe başkalarını da var edebildiğin kadar mert bir dünyalı olmayı öğrendik. O halde bu duyguyla nasıl başa çıkmalı?

Aynayı bize bu duyguyu hissettiren nesneye değil, bu duyguyu hisseden faile, kendimize tutarak çıkabiliriz bu işin ucundan, o da bir ihtimal... İlk etapta çok kırıcı gerçekler yansıyacak aynaya şüphesiz. Biraz çirkin, biraz güçsüz oluruz belki. Belki de dünyaya herkesle eşit şartlarda gelmediğimiz bilgisi canımızı yakacak. Bazılarımız içine doğduğu ailenin adalet ilkesine ters düştüğüne inanacak. Dünyada adalet gibi bir duygu vardıysa ben neden bu yoksunluklar ve böyle bir hayat hikayesiyle büyümek zorunda kaldım diye isyan edecek. Teker teker, sahip olduğu tüm mahrumiyetleri yeniden doğurmak ve yeniden büyütmek zorunda kalacak. Yeteri kadar merhametli bakabilmeyi öğrendiyse umut var; zira o mahrumiyetlerine de merhametle bakmayı başarabilecek. Fakat merhameti ve şefkati öğrenmediyse evveline o mahrumiyetleri gark eden herkesten, her şeyden gün be gün nefret edecek. İşte zulmü doğuran kıskançlık, bu nefretin payendesinden başka bir şey değil. İnsanoğlunun ilk cinayeti kıskançlıkla başladıysa da bidayeti de merhametle başladı kuşkusuz. Tüm savunmasızlığıyla dünyaya gelen o yavruyu hiç tanımamasına rağmen merhametiyle sarıp sarmalayan o ebeveynle. Merhamet ve kıskançlık yolun bir yerinde kıran kırana çatışan iki duygu oluverdi. Hikaye biraz da yarışı hangisinin kazandığından ibaret...

Dünyaya atılmışlığımın otuzuncu yılındayım. Kendini seven, varlığından itminan duyan ve merhameti bilen kimsenin, bir başkasına ne kadar kıskançlık duysa da zarar verebildiğini görmedim. Gerçi ben kıskançlık üzerine konuşma hakkına ne kadar sahibim bilmiyorum. Kıskançlığı duyumsayanlarla değil de mütemadiyen maruz kalanlarla aynı dünyada büyüdüm. Mesela kaç işimde bir işi daha iyi yapıyorum diye akıl almaz düşmanlıklara maruz kaldım hatırlamıyorum. İnsanların varlığına tehdit oluşturacak kadar ne yapmış olabilirsin? Keşke insanlar, kıskançlık duygusuna düştükleri zaman, kendilerini neden sevgiye ve hürmete layık görmedikleriyle yüzleşseler. Kendiyle derdi olan insan, başkasının hayatına dert olmaz. Rabbim karşımıza her daim kendiyle derdi olan, hayatta karşılaştığı her şeyi kendini gerçekleştirmek için bir fırsata çeviren ve tüm bunları seyri sülük adabının bilincinde olarak yapan insanlar nasip etsin. 

Ben neden kıskançlık duygusunu nispeten daha az deneyimliyorum onu da bu yazının nihayetinde paketlemiş oldum. Ben derdi kendiyle olanlardanım.... Kendimi bu dünyada mümkün mertebe anlayabilmekle geçiriyorum zamanımı. Açıkçası herkes ama herkes benim bu çabamın birer figüranından ibaret. Beni uçurumdan mı ittin? Canın sağolsun aşağıda medeniyet kurarım. 

Hikayemin sonunda tanrının karşısına geçip Müslüm Gürses'in bir konserinde şarkıyı söyledikten sonra seyirciye dönüp "anlatabildik mi?" diye soruşu gibi bir sahne hayal ediyorum.

Senin istediğin gibi yaşamanın bedelini hakkıyla ödeyebildik mi? Senin varlığını dünyaya anlatabildik mi? Yaşayabildik mi Tanrım? Senin istediğin gibi yaşayabildik mi? 






























Yorumlar

Popüler Yayınlar