Yığınların İstilası: Affetmek ya da etmemek, sizce bütün mesele bu mu?
Kant’ın ödev ahlakı isimli mefkuresinin insanlığa nasıl bir bela tebelleş ettiğini ödev olmayan ahlakı keşfettikçe daha net görmeye başlıyorum. Ahlakı bir ödev olmaya indirgeyen kendinden menkul bir meziyet olmaktan çıkaran ve insanı eylemde bulunmaklığıyla sorumluluk gibi ulvi bir ilkeye düçar eden her şeyi elindeki çamurla örten bir şeydir ödev ahlakı. Bu kadar iyi gibi görünen ve fakat uzun vadede kimseye iyilik namına bir şey getirmeyecek keşif, elbette çıksa çıksa Batı’dan çıkabilirdi. Kant Avrupa’nın ortasından ahlakı bir ödev gibi ifa edin derken hem ahlakı belirleyen hem de belirlediği ödevi denetleyen bir mevkiye kurulmuştu şüphesiz. Zira ödev, akla gelen ilk anlamında olduğu gibi öğretmen tarafından kuvvetle muhtemel öğrencinin biricikliği göz ardı edilerek planlanan bir gereklilikten ibaretti.
Sınıftaki her öğrencinin yarın işleneceği ön görülen derse tam anlamıyla hazır olmasını ister öğretmen. Onun yarın anlatacağı ders bellidir v
e sürpriz bir soruyla belki de herhangi bir öğrenciden sadır olacak bilgisizlikle konu başka yerlere savrulmasın diye öğrencinin yarınki algısını, ilgisini ve emeğini kusursuz bir şekilde ipotekleme girişimidir.
Bu durum tümelden bakınca sürprizin ölümüdür ve hayatla temaşa halindeki birey çok iyi bilir ki gündelik hayattaki sürprizler, Tanrının yansımalarıdır. Sürpriz dediğimiz zaman şahsi çıkarlarımıza indirgeyemediğimiz, haddini hesap edemediğimiz ve zamanını tayin edemediğimiz nevi şahsına münhasır bir andan ve olgudan bahsederiz. Bunlar Tanrı’nın sistemin hükmünü yitirttiği ve kendini günaşırı hatırlattığı sekanslarından sadece biridir. Sürpriz çoğunlukla olumlu bir anlam ihata eder bizler için, pejoratif bir manaya bürümek pek de kabul edilesi değildir. “ah bu ne güzel” sürpriz deriz hep, hoşumuza gitmeyen bir sürprizle karşılaştığımızda adına sürpriz değil talihsizlik deriz. Oysa her ikisi de sürprizdir aslında. Ödev metaforundan devam etmek gerekirse öğrenci, derste anlatılan konuya tam ve doğru katılım sağlayıp dersin ivmesini yükselttiğinde olumlu bir sürpriz olur bu ama konuyu bilmediği bir yere getirdiğinde, belki de konunun kusursuz akışını baltaladığında, dersimiz akamete uğramıştır öğretmenimiz için. Halbuki öğrencinin bilemediği ve baltaladığı akış, bizi tahkiken öğrenciyi yeniden öğrenme sürecine götürmelidir ki bu gidiş, çoğunlukla öğrencinin bir daha tökezlemesinin önündeki en büyük engeli teşkil eder. Böyle bakıldığında sürpriz, en olumsuz anlamıyla bile en büyük kazanıma gebedir. En bilmeyen ve bilmediğini en olmadık yerde söyleyen öğrenci, kaçınılmaz şekilde en iyi öğrenen olacaktır.
Öyleyse diyebiliriz ki ödev, öğrencinin en iyi öğrenme ihtimalini elinden alan tartışmasız en büyük sistemdir. Öğrenci yarın anlatılacak konuya bugünden hazırlanır, yarın hangi soruların sorulacağını bilir ve onları cevaplamayı öğrenir, ödevi yaparken sorabileceği önceden belirlenmiş soruları ezberler. Böylece yarınki dersi öğretmenle beraber katılımlı bir şekilde hizaya çekmiş olur. Bu takdirde ne öğrencinin kendinden menkul bir düşünme melekesine sahip olması beklenir ne de öğretmenin daha iyi öğretmeyi arzulayarak kendisini geliştirmek zorunda kalması. Tebrikler, mükemmel bir ödev çıkardınız. Şimdi gelelim tüm bu alakaları neden Kant hazretlerinin ödev ahlakıyla aynı bahiste işlediğimize.
Bir süredir “affetmek” olgusu üzerinden zihnimi oyalayan çift kutuplu bir ahlak ve ahlaksızlık ansıması var. Affetmenin her takdirde olumlu bir meziyet gibi pazarlandığını mülahaza ediyorum. “Affetmek üstünlüktür.”, “Affet, büyüklük sende kalsın.” derler. En iyi ihtimalle “Affet ki zihninde ona olan kırgınlıklarını taşımak zorunda kalmayasın” dediklerini duyarız. Burada akla karşı bir tez gerekiyor; eğer bir insan-ı kamili, bir olguya ikna etmek için 60 bin yıldır uğraşıyorsanız, orada yanlış ve dengeyi gözetmeyen bir usulü dayatıyorsunuz demektir. Eğer affetmek gerçekten dedikleri gibi her takdirde uygulanması gereken bir tarife olmuş olsaydı, herhalde insanlık tarihinin bir yerinde bunu tartışmayı ve hep beraber kendimizi ikna etme zorunluluğumuzu bırakmış olurduk. Bırakmadık, hâlâ yeryüzünde insanlar, her an ama her an kendini affetmeye ikna etmeye çalışıyor yahut birinden af bekliyor. Toplum da bu ateşe birinci elden odun taşıyor. Dahası, bunu yaparken sırtını Kant’ın ödev ahlakı diye düzdüğü istinat duvarına yaslıyor. Affetmek, erdemdir… Oysa erdem, ifa edildiği takdirde ne eylemin failine ne de nesnesine bir yük olarak kalmazdı. Erdem, insanı özgürleştiren bir şeydi. Bu vakada işlenen erdem, insanı daha da ağırlaştıran daha da yoran ve günün sonunda yeniden hapseden bir hal aldı. Tüm bu olup bitenlerden anlıyoruz ki koşulsuz şartsız affetmek, tek başına bir erdem olamıyor. Dedik ya erdem olsa bu kadar acıtmaya devam etmezdi. Hiçbir şey kazandırmamışsa bile mutmain bir nefis, vicdani bir rahatlama getirirdi.
Ödev metaforunu işlerken sürprize sadece olumlu veçheden baktığımızı, olumsuz bir sürpriz olduğunda bizi zorladığı için sürpriz demediğimizi konuştuk. Gerçekte sürprizin iki ucunun olduğunu, iki ucunun da birbirinden değerli ve kıymetli olduğunu anlatmaya çalıştık. Böyle bakınca icra olduğu esnada bizi yoran şeyler de hayattaki asıl anlamını kavramış ve bizi yoran değil; genişleten derinleştiren ve büyüten şeyler olmuş oldu. Şimdi burada olup biteni affetmek fiiline uygulayıp Kant hazretlerinin nasıl da hazret olmadığı sonucuna gidelim.
Hayatta herkesin affedilmeyi hak ettiği safsatası, fark etmeden bizden çok kıymetli bir meziyeti götürüyor; Bedel ödemek. Bedel ödemek deyince biz, emek verdiğimizi, sabrettiğimizi, yaşadığımız şey üzerine düşündüğümüzü ve tattığımız acıyla hayatın fark etmediğimiz boşluklarını anlamlandırdığımızı varsayarız. Yani bir insan bedel öderken yaptığı hatayı telafi etmek için bir emek harcar ki emek, herhalde tartışmasız insanlık tarihindeki en fiyakalı erdemdir. Emekle beraber sabrederek zaman kavramını temaşa eder birey. Zaman, o ki bireyi en örseleyen mefhumdur. Bir bakıma bireye, acizliğini en iyi gösteren şey zamandır. Bu yüzden henüz filozoflarda denk gelmedim ama zamanın tanrıyla çok büyük bir ilgisi vardır deriz, hatta zaman tanrı olabilir mi deriz. Zaman ve sabır birbirini sonsuz bir döngüde doğurur. Birey, zamanı her an idrak ederken bu idrak edişin adına sabır deriz. Bir diğer açıdan bedel ödemek, bize bir taraftan zamanı deneyimletirken deneyimlediğimiz şeyi sürekli gündemimizde tutmayı ve gündemimizde tuttuğumuz şeyi sürekli düşünmemizi gerektirir. Yani insan, bir şeye sabrederken neye sabrettiğini sürekli düşünmek zorundadır. Çünkü sabretmek hiç de unutulası bir şey değildir. Sanki bireyin ruhuna, devasa bir kaya yükler ve o kaya bireyi ezmesin ve köyü de yıkmasın diye sürekli teyakkuz halinde bırakır. Ne demek istediğimi anlayanlar çoktan Sisifos’a selam gönderdi bile. Sisifos, tek bir an bile ne taşıdığını unutabilemez çünkü o taşıdığı ve taşıdığı şeye sabrettiği oranda Sisifos’tur. Şimdi bedel ödemek bize sabretmek gibi katmerli bir terbiye sunduğuyla kalmıyor bir de edindiğimiz o terbiyeyi bilakayduzaman mülahaza etmemizi, anlamlandırmamızı ve varlığını her an her takdirde fark etmemizi sağlıyor. Bedel ödeyen ve ödediği bedelin bu denli farkında olan birey, sistemin çarklıları arasına girmeyi reddedip insan olmanın acısını çekiyor diyebiliriz ve bu son derece basit bir deyiş olur.
Öyleyse biz, herkesi affederken aynı zamanda herkesten bedel ödeme nimetini çalmış oluyoruz. Dolayısıyla emek, sabretmek, düşünmek ve anlamlandırmak gibi insanı insan yapan meziyetlerin tamamını da narsistik bir şekilde koparıp almış oluyoruz. Neden narsistik dedik ve neden durup dururken bu narsizim belasıyla yeniden aynı masaya oturduk izah edelim. Narsistiz çünkü insanı bedel ödemekten alıkoyarken şöyle demiş oluyoruz; senin emeği öğrenmene gerek yok, ben senin yerine emeği öğreniyorum; senin sabretmene gerek yok, ben senin yerine sabrederek daha da erginleşiyorum; sen düşünmesen de olur çünkü ben senin yerine de düşünüyorum ve sen yaptıklarını anlamlandırma, ben ikimizin yerine de anlamlandırıyorum. Şimdi eğer bu yazdıklarımı “ee ne güzel işte, ben daha çok yoruluyorum, karşımdakini yormuyorum” demek suretiyle okumuşsanız henüz herhangi bir narsistik kırılma yaşamadığınızı anlarım. İşe “ben kimim ki insanları tüm bu erdemlerden alıkoyuyorum?” demekle başlayabilirsiniz.
Demek ki herkesi affetmek, hiç de öyle pazarlandığı gibi ulvi bir erdem değil. Biz herkesi affederek karşımızdakinden şunları mahrum ederiz; emek vermeyi, sabretmeyi, hatalarını telafi etmeyi, eksikliklerini gidermeyi, tüm bu olup biteni düşünüp anlamlandırarak insan olabilmeyi. Evet tam olarak konuyu buraya getirmek istedim; herkesi affetmek, başka bir deyişle affetme olgusunu her takdirde kullanmak; insan olma hasletini sadece kendinize sakladığınız anlamına gelir. Böyle giderse siz insan değil bencil olursunuz, o başka bir tartışmanın konusu. Bir başka açıdan fütursuzca uygulandığı için bir erdem olmasını umduğumuz affetmeyi değersizleştiren bir şey olur. Sonuçta önüne gelene dağıttığın bir şeker senin için ne kadar kıymetli olabilir ki?
Bu aralar affetmek üzerine çok düşündüğümü söylemiştim. Gençken böyle şeyler üzerine düşündüğümde hürmet taltif ettiğim Kant, ben olgunlaştıkça en büyük düşmanım olmaya başladı. Hayır Kant Efendi! Senin dediğin gibi herkesi affetmeyeceğim, affetme erdemini önüme gelene peşkeş çekmek suretiyle değersizleştirmeyeceğim. Her insanın bedel ödeme hakkı vardır ve ben insanların elinden bu hakkı çalmayacağım. Sadece bir insan olduğumun ayırdında kalıp insanlara tanrılık taslamayacağım. Affederek insanları büzüp yarın belki çabalayarak erişebilecekleri insanlık çapını daraltmayacağım. Emek, sabretmek ve düşünmek gibi yumuşak erdemler benim tekelimde değil, insanları bunlardan mahrum etmeyeceğim.
Affetmek, her takdirde yerine getirmem gereken bir ödev değil; doğru zamanda, şartlar olgunlaştığında, affı dileyen kişi hakkıyla emek, sabır ve düşünmek erdemlerini sindirdiğinde tatmayı kabul edeceğim bir nimettir. Eğer böyle olursa affetmek benim zorlandığım değil, özlediğim ve şükrettiğim bir erdem halini alır. Çünkü biliyorum ki Kant ve şürekası, beni her ne kadar epistemolojik olarak affetmeye ikna etmişse de ruhen ikna edemiyor ve ben ruhuma rağmen affediyordum. Devamında gelen hazımsızlıkta tamı tamına 25 yıl geçirdim. Şimdi biliyorum ki affetme erdemini hakkıyla ifa ettiğimde karşımdaki de daha insan olabiliyor, yine biliyorum ki bu erdemi, önüme gelene peşkeş çekmediğim için benim insanlığım da değerli kalabiliyor. Zira bu eylem, işteştir, iki insanı düşünümsel bir şekilde bağlaması beklenir. Bir af mevzu bahis olduğu zaman hem affeden hem de affedilen kişi bir basamak daha çıkmış olmalıdır dünyada. Bir şeyler değişmelidir, rüzgâr her zamanki gibi esmemelidir mesela. Ne sevgiye ne de nefrete aynı yerden bakamamalıdır insan. Bir kere hakkıyla affedip affedildin mi bu hayatta, mutlak surette dünyayı izlerken yeni bir bakış açısı daha edinilmiş olmalıdır. Erdem dediğin, ezberden değil de hakkından gelindiğinde kişiyi en iyi versiyonuna ulaştırmak üzere aşılan basamaklardır. Aksine itibar etmeyiniz… Ve hatta şunu da söyleyebiliriz, ifa ettiğiniz takdirde sizlerde bir değişim yaratmayan erdem, yüksek ihtimal bir iktidar ilişkisinin gereğidir. Siz de yeteri kadar dürüst olmadığınız için o iktidar ilişkisinin ödevine, bir de utanmadan erdem diyorsunuzdur.
Bugün sürpriz ve affetmek olgularının karanlık yüzlerini güneşe çıkarmış olduk. Zaten bu saçmalığa nasıl ikna olduk bilmiyorum. Bir şey tek başına iyi ya da tek başına kötü değildir diyebiliyoruz ama affetmek ya da sürpriz, tek başına sadece iyidir demiş oluyorduk. Atomun parçalandığı ve parçalarının bir araya getirildiği dünyada, böyle bir safsatayı kolektif bir şekilde kanıksamayı nasıl sürdürebildik?
Bu yıl şairin Esenlik Bildirisi’ni ifham etmeye çalışıyorum. Öç almak ben büyürken düşün dünyamda pek yer etmemiş, fakat biliyorum ki o söylemişse burada idrak edilmeyi bekleyen bir hikmet vardır. Öç almaktan kastı nedir? Akla gelen ilk anlamlarının zehirli sarmaşığından kurtulup şairin kastını anlamaya çalışıyorum. Şu hâlde affetmemek bir öç almadır diyebilir miyiz? Erdemsizlikten yapılma iktidar ilişkilerinden öç almak… Durun hemen kısa yol yapmayalım. Bir gün elbet öğreniriz, o gün geldiğinde burada buluşuruz.
Yorumlar
Yorum Gönder