YIĞINLARIN İSTİLASI: Terapi mobingi
Hayata dair güçlü devinimler yaşadığım zamanlar, daha güçlü devinimler yaşadığına inandığım insanların yazılarını okumak, paylaşımlarını dinlemek isterim. Devinimin kendisini değil, onu yaşarken ne hissettiğini yazsın ve ben sayfalarca okuyayım isterim. Misal şehrin göbeğinde ve modernizm tüm silahlarıyla tebelleş olmuşken Tanrıya bağlı kalmak ona nasıl hissettiriyor? Tüm dünya bu bağlılığın patolojik bir terennüm olduğuna seni inandırmaya çalışırken hissettiğin çaresizliği nasıl anlatıyorsun? Hesaba kitaba gelmez, anlatmaya kalksan anlatılmaz ve ıslak imzalı bir kâğıda konu olmaz o kendince oluşturduğun yaşama sözleşmeni, insanlığın merakından nasıl muhafaza ediyorsun? Herkese göre ne idüğü belirsiz olduğun kesin, fakat bu belirsizliği insana ve şehre çıkarmamayı nasıl başarıyorsun? Özünü ve biricik kendiliğini, ona erişemeyen ve hatta neye erişmesi gerektiğini bile fark edemeyecek kadar habersiz gafillerden nasıl esirgiyorsun?
Bana bunları anlat istiyorum. Sen bunca şey yaşarken onları anlamlandırıp yerli yerine oturtabilme gücünü kendiliğinin neresinden buluyorsun? İnsanların hasetlerini büyüttükleri esas yer burası şüphesiz. Ruhunu ve kendiliğini insanlığın mütemadiyen püskürttüğü o hasetten nasıl sakınıyorsun?
Bu sorular üzerine herhangi bir mutabakata varmamızın pek mümkün olmadığını biliyorum. Fakat deneyimlediğim kadarıyla yalnızlığın en yalnızlık olduğu yer burası. Geri kalan her sekmede bir nebze de olsa yalnız olmayabiliyor insan ancak işbu soruların işgal ettiği bir ruhu teskin etmeye gelince ona yalnız olmadığını hissettirmek çok zor oluyor. Fakat teorik olarak yalnız olmadığımızı biliyorum, şükür yaşarken üç beş insana denk geldik ve yine şükür ki hayat katında hatrı sayılır bir ünsiyetimiz oldu onlarla.
Sana hissettiğim çaresizliği anlatamam ama bu çaresizliği zaman zaman senin de ansıdığını biliyorum. Seninle ben, dışarıdan ne kadar realist ve güçlü de görünsek denk geldiğim en duyarlı insanlardanız. Belki birine sadece serinlik olacak bir yel, bizi hiç kimsenin aşina olamayacağı bir derde salıkverebilir. Tüm bunları sessiz sedasız yaşayabiliriz biliyorum ama yine de yazalım, mesela sen de bunları yaz isterim. Belki buradan okuduğunda senin yalnızlığına merhem olur, senin yazdıklarını okuduğumda da benim. Her şeyden önce, yaşamak yetmiyor bir de hayata ve tüm insanlığa deli olmadığımızı ispatlamak zorundayız sonuçta. Mutlak yalnızlığı duyumsamak, bana kalırsa aklın hükmünü yitirtir ve bu böyle olmasın diye sevgili dostum, yaşarken maruz kaldığımız yorgunlukları yazmamız gerekir. Bu ikimizin birbirine karşı tanımsız bir görevi. Neden biliyor musun? Birileri bize deli demesin diye…
Bu aralar modernizmin şekillendirdiği yığın psikolojisine kapılmış hayatların, beni ziyadesiyle yıldırdığı bir taarruzdan bahsetmek isterim; modern terapiler. Ekseriyetini BDT’nin ve destekleyici terapilerin oluşturduğu psikolojizm kültürü tarafından hunharca didikleniyoruz. Bir iki olay değil bu yazıyı kaleme alma sebebim, hakikaten birkaç yıldır süregelen, son bir yıldır da şiddetini arttıran bir terörizm bu. Yazma ihtiyacı hissettiren temel farkındalık ise bu yıl sürekli kendimde travma aramaktan nükseden yorgunluk oldu. Bir insan geçmişinde travma arar mı? Vallahi bir yıldır travma arıyorum, insanlara hassas biri olduğumu kanıtlayabilmek için.
Şüphesiz hepimiz hayata aynı sermayelere sahip olarak başlamıyoruz. Bazılarımız ailelerinden bazılarımız sosyal hayattaki yaşanmışlıklarından mülhem majör yılgınlıkların gölgesinde büyümeye çalışıyoruz. Her insanın kendisinden farklı olduğunu varsayamayanlarımız ise kendi yaşadığı yılgınlıkları olduğu gibi ötekine yansıtıyor. Ben de insanların bu pervasız süreçlerinden nasibimi ziyadesiyle almış ve artık tahammül edemeyecek kadar yorulmuşum.
Aileden büyük travmalara sahip olan insanların yaşama çabasına çok büyük bir saygı duyuyorum. Hayata aynı bagajla başlamadık biliyorum, sevgi ve güven gibi yaşarken en ziyade ihtiyaç duyduğumuz iki dinamiğe eşit oranda sahip değiliz ve sen yaşarken bu eksikliklerle mücadele etmek zorundasın, bunların tamamının farkındayım ve sana elimden gelen desteği vermeye çalışıyorum. “Ben sana sonsuz bir merhametle yaklaşırken sen neden bana hoyratça yaklaşıyorsun?” diye bağırmak istediğim bir noktadan yazıyorum bunları.
Ben yaşadığım kırılmaları sevdiğim insanlarla paylaşmaktan hiç imtina etmezdim. Bir şey olurken neler hissettim, hangi duygum ağır bastı, nasıl bir zafiyet gösterdim… Haddizatında ben bu mülahazaları ziyadesiyle yürüten ve sevdikleriyle paylaşan biriyken insanlar, sürecime dahil olmak yerine sebebe yönelik yargılarıyla masaya oturuyor. “Böyle hissetmenin sebebi çocukluğundan taşıdığın değersizlik duygusu olabilir mi? Ailen konusunda majör bir travman olmadığını iddia ediyorsun ama zannettiğin kadar sağlıklı bir aileye sahip olmamış olabilir misin? Bu olay seni bu kadar etkilediğine göre aşamadığın sorunlar olabilir mi?” Bunlardan en can alıcısı şu: “Bastırıyor olabilir misin?” Bu sorunun bende yarattığı öfkeye bilahare değineceğim.
Bu dönütlerle karşılaştığım ilk zamanlarda insanlara kendime biçtiğimden daha fazla pay verdim ve onların haklı olabileceğini varsaydım. Tabiri caizdir “Waldo sen neden oradasın?” diye sorduklarında “Hakkaten ben neden buradayım?” diye kendi koordinatlarımda derde düşüyordum. Bu saikle bir yıldır ailemde travma aradığımı fark ettim. Bulabildiğim en güçlü travma hayata benim hemen ardımdan gelen kız kardeşim olabildi. Bir ara “ben sana ablalık yapcam diye kendi arzularımı hep bastırmışım, senin yüzünden çocukluğumu yaşayamadım, değersizlik hissimin kaynağı kız kardeşim” türünden cümleler edinmiştim kendime. Bir nebze de rahatlamıştım açıkçası. Artık herkes gibi benim de ailemden edindiğim bir travmam vardı sonuçta… Herhalde üçüncü serzenişimde ailemle bunun dalgasını geçecek kadar gerçekdışı olduğunu konuştuk. Bir ara kız kardeşim “abla salak salak şeyler uyduruyorsun, sen arzularını bastırmış biri olsaydın hayatın şimdiki gibi olabilir miydi?” gibi bir cümle serdetti. Haklıydı, kardeşlerimin arasında hayallerini en dayatan, o hayallerin hayattaki hakkını en isteyen ve bu uğurda asla en pes etmeyen bendim. Örselenerek büyümüş bir çocuk, bu kadar müdanasız olabilir miydi? Bir süre sonra bunun da çok anlamsız olduğunu fark edip yine travmasız kalmıştım. İnsanlara beğendirecek travma bulamıyordum…
Fakat bu saldırılar bitmiyordu. İnsanlar kendi acılarını yansıtmaktan hiç ama hiç utanmıyor… Henüz iki seans terapiye gitmiş bir arkadaşla oturuyoruz; “Bu elbiseye şu renk çanta daha iyi olur dimi?” diye sorunca “Neden dimi diye sordun? Acaba içten içe onaylanma ihtiyacı hissediyor olabilir misin?” şeklinde bir dönüş yapıyor. Aynen kardeşim, yarınlar yokmuşçasına onayla beni! 30 yıldır hayatımdaki en büyük eksiğim onaylanmak ve ben 30 yıldır hiç onaylanmadım, buna çok muhtacım ve sen yüce insan! Sadece bir “dimi” kelimesinden hareketle bendeki bu onarılmaz eksikliği fark ettin, yeryüzündeki tüm alkışlar sana!
Yıllardır çok fazla emek verdiğim bir dostumun ihanetini sindirmeye çalışıyorum. Bir başka arkadaş karşıma geçip “İnsanların yaptıklarından çok fazla etkileniyorsun, bu kadar kafaya takman normal değil, terapiye mi başlasan?” diyor. Bunu farklı bağlamlarda defalarca duymuşsunuzdur; neden etkileniyorsun? Bakın bu dünyanın en büyük zırvalıklarından biridir. İnsanoğlu fıtren etkilenen bir varlıktır. Biz dünyadaki ilk yıllarımızın tamamında sadece temas ettiğimiz insanları aynalayarak yani onlardan etkilenerek büyürüz. Ebeveynimizi taklit ederek konuşmayı ve yaşamayı öğreniriz. Su bardağını ters çevirmemeyi insanları taklit ederek öğreniriz. Öğrenme dediğin şey bizatihi karşımızdakinden etkilenmek suretiyle meydana gelen bir eylemken hayatı yaşarken bu doğal eylemi yapmamamızı bekliyorlar bizden. Biri sana hakaret ediyor ve o hakaret karşısında ne hissettiğini merak etmek yerine “bir hakaret duyduğun için niye bu kadar etkilendin?” diye yargılamaya geliyor. Kardeşim hakaret işitmek yaşarken kanıksadığım gündelik bir meziyet olmadığı ve ruhum buna hazırlıksız yakalandığı için savunmaya geçmek istediğinden olabilir mi? Neye maruz kaldığımı anlamaya çalıştığım, doğru bir şekilde çözümlersem bir daha maruz kalmayabileceğim için öğrenmeye çalışıyor olabilir miyim? Hakaret işitmek bir şiddettir ve şu an şiddete maruz kaldığım için şaşkınlık içinde olabilir miyim? Neden birinin söylediği bir cümleden etkilenmek bir sorun oluyor da o insanın kurduğu cümle sorun olmuyor? Kafayı mı yediniz ya? Hayatınızdaki insanların yapıp ettiklerine dair kayıtsız kalmamanız neden bir sorun halini aldı? Mal mısınız? Benim hayatımdaysan söylediğin şey beni etkiler? Bu kadar basit. İnsanın maruz kaldığı şiddet aksiyomatik bir kabul alırken o şiddete karşı verdiği tepki anormal oluyor ve “etkilenmen normal değil, terapi alman gerek” cümlesini doğuruyor? Popüler kültürün her yerine sirayet etmiş bu psikolojizm çok riskli bir yere doğru gidiyor.
Aksiyomatik kabule dair bir bahis açmam gerekiyor. Modern terapiler ve psikolojizmi besleyen popüler kültür, insana dair hâkim kanaati değiştirdi. Artık toplum nezdinde makbul olan şey muhakkak hatrı sayılır bir travmaya sahip olmanız. Eğer insanların size bakıp kendini daha iyi görebileceği bir travmanız yoksa size mütemadiyen saldırırlar. Bu saldırıları çoğunlukla “bastırıyor olabilir misin ve terapi almaya ne dersin” cümleleriyle dışa vururlar. Çünkü bu devirde makbul olan ruh hastası olmaktır… Çünkü sen de ruh hastası olursan o insan çok daha başarılı ve iyi olmuş olur. Senin karşında kendisini daha üstün hissedebilir, bu yüzden senin de çok büyük travmalara sahip olmanı bekler. Beklentisini karşılayamıyorsa da hiç üzülme, sende muhakkak bir travma doğurtacak o şiddeti uygular…
Terapi almak kolay bir hadise değil, farkındayım. Artık gündelik yaşamını idame ettirmekte zorlandığın bir husus varsa birinden destek alman gerekir ve modern terapi, insanın bu ihtiyacını gideren bir fırsattır. Fakat bizler nereden bakarsan bak narsistik paterni güçlü varlıklarız. Popüler kültür her ne kadar terapiyi meşrulaştırmışsa da içten içe terapiye gitmeyi bir yenilgi gibi addeder, bu yenilgi hissini de çeşitli yollarla yansıtırız. Mesela yörüngemizdeki herkesin de terapi almasını sağlamaya çalışırız. Ben alıyorsam sen de al, senin benden ne üstünlüğün var? Mesela aldığım terapilerde kendime dair bazı sorunlar keşfetmişsem o sorunlar herkeste vardır diye varsayıp herkese yansıtmalıyım. Ben onaylanma ihtiyacını hissetmişsem sende de vardır… Ben terapide bazı acılarımla yüzleştim ve onlarla yüzleşirken çok zorlandım, sen de zorlan istiyorum… Daha iyi ihtimalle “bak ben terapide yol katettim ve hayata dair bazı farkındalıklar edindim, onları senin üzerinden anlatıyor olabilirim ama aslında göstermek istediğim şey benim bunları fark ettiğimdir.” İnsanları en iyi ihtimalle gelişimlerini dayatıyor ama her hâlükârda bir şeyleri dayatıyor işte…
Hem entelektüel anlamda hem yakın arkadaş çevremin psikoloji/psikiyatri kulvarlarında olmasından kaynaklı doğal bir şekilde psikoloji bilimine hürmetim ve ilgim var. Freud’un bilinçdışını keşfiyle insanlıkta açtığı çığırı son derece önemsiyorum. İlklerde terapi alan insana default bir saygım ve merhametim varken bugün geldiğim noktada gerçekten ama gerçekten onlardan korkuyorum. Konuşmaya, bir şeyler paylaşmaya, sorular sormaya korkuyorum. İnsanlar derme çatma psikolojik bilgileriyle sürekli seni tanımlayıp yargılamak adına hazır olda bekliyor durumda.
Bu şiddeti ilk fark ettiğim zamanlarda gerçekten de terapi almalı mıyım diye düşünmeye başlamıştım. Bu hayatta kendilik yolculuğumun benzerlik teşkil ettiği üç dostum oldu, biri yıllardır süpervizyon alan bir psikiyatrist, diğeri bir süredir psikanaliz alan ve bana kalsa almasa da bu olgunluğa erişebilecek bir akademisyen, üçüncüsü de muhabbet ederken hislerimi, aklımın ve popüler kültürün öğrettiği psikolojizm süzgecinden geçirmeme asla müsaade etmeyen bir psikolog. Terapiye ihtiyacım olup olmadığını çeşitli bağlamlarda üçüyle de müzakere ettik ve değerlendirmeleri farklılık arz etse de üçünün hemfikir olduğu husus terapiye ihtiyacım olmadığıydı. Ben yıllardır ne hissettiği üzerine tek başınayken bile kafa patlatan, çıkarsadığı yaşanmışlıkları ivedilikle yazmaya çalışan, hepsinden de önemlisi on yıldır her allahın günü günlük tutan biriyim. Bu günlükler öyle “şunu yaptım, buraya gittim” şeklinde bilgileri ihtiva etmiyor. O gün duyduğum bir cümlenin bende yarattığı etkiyi yokladığım ve nedenini anlamaya çalıştığım self monologlardan oluşuyor. Ben zaten hayatın bana neler yapıp ettiği üzerine kafa yormayı nefes almak kadar kanıksamışım. Terapiye gidene kadar hayatıyla yüzleşmemiş insanların o çok bilmiş hoyrat tahlillerini gereksiz yere kayda değdirmişim. Ve terapiye gitmek insanın kendi içinden duyumsayacağı bir eksiklikle birlikte olabilir. Bir gün başıma bir şey gelir ve ben kendime dair büyük bir yüzleşme yaşarım, onu tek başıma aşacak gücü kendimde bulamayabilir ve terapiye başlamak isteyebilirim. Bunların tamamı normal ve muhtemel. Fakat bu süreç benim kendi içimde hissedeceğim bir şey, senin dış kapının mandalı olarak tespit edebileceğin bir şey değil? Bugüne kadar sana söyleyen olmamış olabilir ama bu yaptığın çok büyük bir hadsizlik.
Bu saldırılardan en canımı sıkanı “bastırıyor olabilir misin?” cümlesidir. Bastırmak bilinçdışı bir eylemdir ve eğer bir insan bir şeyi gerçekten bastırıyorsa sen modern psikolojizmin yarattığı minik danışan, bunu üç kuruşluk psikoloji bilginle anlayamazsın… İnsanlara sürekli bir şey bastırdığını söylerken kendini onu fark etmiş olmakla üstün konuma çıkarmak suretiyle yaşadığın narsistik hazzın içine tüküreyim. Evet herkes duygularını bastırıyor ve sen minik danışan, bunu görebiliyorsun. Bütün alkışlar sana! Git şimdi neden bunu yapmaya ihtiyaç duyduğunu terapistinle konuş…
Şimdi gelelim bu rahatsızlıkların bana öğrettiklerine. Öncelikle biri bana bir derdini anlatırken tanımlamamayı ve psikolojik bir kavrama hapsetmemeyi öğrendim. Dilimin ucuna gelse bile kendimi durduruyorum. Leyla Zileli “istenmeden yapılan tavsiye şiddettir” dediği için gerçekten istemediği sürece kimseye tavsiye vermemeye çalışıyorum.
“Waldo sen neden oradasın?” diye sorduklarında “Hakkaten ben neden buradayım” demek yerine “Henry sen neden burada değilsin?” demeyi öğrendim. Ben İsmet Özel’i yıllar önce okudum, hakkında bir tez yazdım ve onu tanıdığıma yıllardır şükrederim. Fakat ilk kez bu yıl, İsmet Özel’in hayat karşısındaki öfkesinin sebebini idrak ettim. Çok çaresiz ve yalnız bir yerden güç bela büyüttüğü kendiliğini yığınlar karşısında muhafaza eden insanın öfkesidir bu. Kardeşim ben zaten acı çekiyorum, senin çıkıp “acı çekiyor olabilir misin?” şeklinde gereksiz bir tahlille beni aptal yerine koymana ihtiyacım yok. Evet acı çekiyorum ve acı çektiğimin farkındayım. Bana iyilik yapmak istiyorsan acıma eşlik et, onu bir kadavranın organı gibi tahlil edip ötekin ilan etme.
İnsana eşref-i mahlukat diyorsan eğer, onun sana dair herhangi bir tanımlamasına da sonsuz bir hürmetle alan açarsın. Fakat hayat bu teoriyi gündelik yaşamda sürdüremeyecek kadar zıddına akıyor. Eşref-i mahlukat varsaydığım insan, sırf ben onun varlığını önemsiyor ve söylediklerini kaydıma değdiriyorum diye beni mütemadiyen kendimle derde düşürüyor. Bazı insanlar zaten kendiyle sürekli derde düşebilir, bir kriz yaşandığında hesabı ilk kendisine kesebilir, ifa edilmesi gereken bir ödev varsa korkusuzca o ödevi kendine yazabilir. Yürümesi gerektiğini bilen bir insana “şimdi yürümelisin” demek şiddettir. Halihazırda yas tutan bir insana “evet şimdi yas tutmalısın” demek şiddettir. “Bu konuda çok öfkelendim, bu kadar öfkelenmem normal mi? Senin başına böyle bir şey gelse nasıl tepki verirsin?” diye soran bir insana “bu kadar öfkelenmen hiç sağlıklı değil, demek ki bastırdığın bir şeyler var” demek saygısızlıktır.
Uzun süredir maruz kaldığım bu modern terapi mobinginin sonunda kendime dair şunları öğrendim; aile dediğimiz kurum sadece var olmaklığıyla bile birtakım sorunlar yaratır. Hiç değilse kuşak çatışmasının başladığı ilk yerdir. Ebeveynlerimiz, kendi dünyalarını çocuklarına da yansıtır ve çocuk bu dünyayı reddedip kendi dünyasını inşa etmek istediğinde kaçınılmaz bir şekilde çatışmalar silsilesi yaşanır. Biraz onların tecrübelerini alırız biraz kendimizinkini edinmeye çalışırız ve bu hayat boyu sürer. Ebeveynlerde sonsuz bir koruma dürtüsü olur ve onlar bu minnet duyulacak dürtüyle hareket ederken dozu zaman zaman kaçırırlar. Sen onların koruma güdülerini, kısıtlanmak şeklinde deneyimleyebilirsin. Böyle sayısız başlık sayabiliriz ve bunların tamamı normaldir.
Eğer kardeşiniz varsa birlikte büyümenin getirdiği bazı handikapları deneyimlersiniz; rekabet, kıskançlık, hırs, öfke, sevgi, merhamet… iyi ve kötü duyguların tamamını hissedebildiğimiz insanlardır kardeşlerimiz. Öfkeden kudurursun ama vurmaya kıyamazsın, hadi kıyıp vurdun diyelim, vicdan azabı çeker sarıp sarmalamak istersin. Bir tane şeker varsa tamamını sen yemek istersin ama onun da tatması gerektiğini bilirsin ve istemeye istemeye de olsa kardeşinle arzu nesneni paylaşırsın. Kardeş, aynı anda ilk dost ve ilk düşmandır.
Bu ve benzeri durumların, modern terapide travma olarak tanımlanan bazı getirileri olacak şüphesiz. Mesele travma yaşamak değil yeğen. Mesele; sen onları yaşarken bu travmaların esiri mi oluyorsun yoksa onları ruhunda demleyerek olgunlaşıyor musun sorusuna verdiğin cevaptır. Ben hem kendimde hem hayatımda tespit ettiğim sorunlara otağımı kurmuyor ve orada iktidar devşirmiyorum. Mücadele edilmesi gereken bir sorun tespit etmişsem bedeli neyse öder, savaşını verir ve yürümeye devam ederim. En azından hayatı çoğunlukla böyle yaşamaya çalıştım diyebilirim. Ailemle alakalı tespit ettiğim sorunların tamamı, karakterimi en güçlü ve etkili şekilde büyüttüğüm dinamikler oldu. Evet canım, kardeşlerim var diye hayata küsmedim. Kardeşlerimle büyürken rekabeti ve sevgiyi bu kadar ontolojik bir yerden hissettiğim ve hayatı yaşarken insanlarla merhametli bir şekilde rekabet eden bu kadını büyüttüğüm için şükrediyorum. Benden hiçbirinize zulüm dokunmaz çünkü ben dört kardeşle büyüdüm ve hayatta en sevdiğim kimliklerimden biri ablalığım oldu. Kardeşlerimle örselenmeyi öğrendiğim kadar örseleyen insanı sevmeyi de öğrendim. Ve sizi temin ederim toplumdaki herkes bunu bu şekilde öğrenmiş olsaydı hayat yaşanması çok daha kolay bir hal alırdı. Ben de sizlerin adına travma dediği büyük zorlukları yaşadım ama o zorlukları fark ettikçe hayra yormaya çalıştım. Onlarla beraber kendimin en iyi versiyonunu yaratmaya çalıştım. Onların bana sağlayacağı meşru konfora tevessül etmemeyi tercih ettim.
Şimdi bu yazıyı çok büyük acılar yaşamış bir çocuk da okuyor olabilir ve senin travma diye yazdığın sebeplere tüküreyim, ben babam tarafından tacize uğradım diye öfkelenebilir. Maruz kaldığın şiddeti küçümsediğimi asla düşünme, ben şahit olduğum kadarıyla sana destek olacaklardanım. Belli ki ayrı imtihanların insanlarıyız ve ben kendi imtihanımdan bir serzenişte bulunuyorum.
Meryem Suresi’nde bir pasaj var; Meryem bir hurma ağacının altında doğum yaparken “keşke bundan önce ölmüş olsaydım ve unutulup gitmiş olsaydım” diyor ve ayet “Meryem kalk ve hurma ağacını kendine doğru silkele ki sana taze hurma dökülsün” diyor. Kimileri Meryem’in keşke ölseydim dediği yerde hayatı temaşa ederken kimileri de kalkıp ağacı silkeliyor ki kendisine taze hurma düşebilsin. Travmaları diline dolayan ve dolamayan insanlar arasında böyle bir fark olduğunu düşünüyorum. Sen acılarına yuva yapmayı tercih etmiş olabilirsin, ben ise o acıların didik didik ederek büyümeme katkı sağlayacağı her değerini alıp hareket etmeyi tercih ediyorum. Çünkü Sezen’in de dediği gibi acının insana kattığı değeri pahabiçilmez oranda kıymetli buluyorum.
Üç beş terapi aldınız ya da birkaç psikoloji temalı türk dizisi izlediniz diye yığınlar halinde benim hayatla ilişkime ateş etmenizden çok yoruldum. Bunları yazıyorum ki benzer bir yorgunluğa sahip olanınız olduysa kendini yalnız hissetmesin. Biz seninle hayatı temaşa etmeye devam ederken insanlardan da etkilenmeyi bir sorun addetmeyeceğiz. Çünkü insan, insanın yurdudur bana göre. İnsanı insanın kurdu haline getiren Hobbes ve modernizm envanterlerinizi alıp Batıya göç ediverin. Anadolu’da hikâye sizin zannettiğiniz şekilde yazılmıyor. Çok şükür hâlâ dostlarımla birbirimize şifa olabiliyoruz ve çok şükür Rabbim bana kendi kendime şifa bulamayacağım şiddette imtihanlar vermemiş ya da verdi ve benim acı eşiğim seninkinden yüksek olduğu için bunu büyük bir mesele haline getirmeden şifalayabiliyorum kendimi. Her şey mümkün ve makul.
Tüm bu yazdıklarımı okuduktan sonra “vah vah ne büyük narsistmiş de travmalarını rasyonalize etmiş”, “travmalarıyla yüzleşmekten kaçınıyor, zavallı” şeklinde yine üstenci bir yerdeyseniz Allah yardımcınız olsun ne diyim. Birbirimizden mümkün mertebe uzak olalım zira size tahammülüm hiç kalmadı… Eskiden olsa size olan sevgim ağır basar ve şahsıma uyguladığınız bu şiddeti tolere edebilirdim ama artık çok müdanasız bir yerden izliyorum dünyayı ve bu seyirde insanlara tahammül etme kredimi tükettim. Fark ettim ki güzel ilişkiler tahammülle değil, muhabbetle yekinir. Muhabbetimiz daim olsun…
Mayası benimkiyle aynı Tanrının hamurunda yoğurulmuş sevgili dostum, yalnız değilsin ve inanki bu yazıyı sen oku diye yazdım. İnsanlar seni tanımadıkları gibi inancının mahiyetini de idrak edemiyor. Sadece Tanrıya inandığın için sahip olabildiğin o gücü duyumsayamıyor. Onlardan sessizce uzaklaş... seni seviyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder