Küfuvvet: Bırak incel'diği yerden kopsun
Bir tanesi yazmış ki "doğum oranlarının düşmesine sen yol açtın, bu felaketin mimarı sensin. İkinci Atatürk'sün. Yıllar önce yardım parasını dağıtırken 'erkeğe verirsek kahvede yer, kadına verelim' dedin. Ataerkinin beline 20 yıldır balta vuran sensin. (Sanki ataerki makbul bir düzenmiş gibi)" Bir diğeri de "Zorunlu eğitimi düşürmezsen, her ilçeye bir üniversite açarsan -haliyle kadınların okumasını sağlarsan- kadının beyanı esas dersen, kadını çalışmaya teşvik edip erkeği işe almazsan..(Aslolan kadını, erkeğe muhtaç etmekmiş gibi)" yargılarını serdetmiş. Bunlara ek olarak öne çıkan yargılardan bir demet:
"Eşitlik rüzgarına kapılıp herkesi üniversite mezunu yaptınız, böylelikle evlilik yaşını büyüttünüz. (herkesten kasıt elbet de 'kadınları da' vurgusudur.)"
"Kadınlık ve erkeklik şemalarını bitirdiniz, kadınları asker ve polis yaptınız."
Evlilik yaşının yükseldiğinin ve haliyle doğurganlık ihtimalinin azaldığının son derece farkındayız. Buna dair ileri sürülecek birçok sebep vardır. Şüphesiz onlardan en öne çıkanı ekonomi ve beraberinde dönüşen sosyo-kültürel yaşam dinamikleridir.
Yazıyı feminist bir yerden kaleme almıyorum. Aksine; Türkiye'nin yerli ve millî salahiyeti adına nüfusun artmasını, son derece önemli buluyorum. Batı ve Postmodernizm tarafından parlatılacak hiçbir olgu ve ideolojinin, bu gereklilikten daha ağır basmasına ihtimal vermiyorum. Silah, teknoloji, bilim vs her şey, doğru bir strateji ve akıllı bir diplomasiyle kısa vadede telafi edilir ancak insan gücü? İşte bunun için toplumlara, hiç yoktan bir yarım asır gerekir. Bugün nüfusu, günden güne azalan ve azalan yerlerine göçmenlerle pansuman yapan Batı ülkelerine nasıl acıyorsak nüfusun azalmasıyla aynı acınası duruma düşeceğiz. Nüfusun gücü, bağımsızlıkla çok alakalı bir somut ebilite hissi veriyor bana. Belki çok arkaiktir, tartışılır ama hissettiğim bu: manda ve himaye kabul edilemesin, istiklal ve bağımsızlığımıza art bir niyetin gölgesi düşemesin diye, nüfus artışımız son derece önemlidir.
Ama gel gelelim bu erkekoğlu ekoların yazdıklarına da acayip kuruldum. Her zamanki gibi faturayı kadına kesmişler. Argümanları hakiki bir sosyal kesite temas ediyor mu? Bir açıdan evet. Bu yazıyı, o sosyal kesite ayna tutmak için yazmak istedim.
Ben üniversitedeyken İsmail Kılıçarslan'ın bir yazısı gündem olmuştu. Dönüşmekte olan bir olgu vardı ve bunu ilk kaleme alan o olmuştu. Yanlış hatırlamıyorsam "Neşeli dindar kızlar, mutsuz islamcı delikanlılar" gibi bir başlığı vardı yazının. At pazarına bomba gibi düşmüştü yazı. Mutsuz islamcı delikanlılar, büyük bir ayaklanmayla Kılıçarslan'a ve ona katılan kadınlara saldırmıştı. Hatta o dönemin önde gelen mutsuz islamcı delikanlıları, bir komün kurmuş ve teker teker Kılıçarslan'ı eleştirdikleri bir yazı kaleme almışlardı. O kadar sefil bir yazıydı ki yani ne kadar sefil olduğunu size anlatamam... Yine de üşenmedim, kalktım beylere bir reddiye yazdım. Kendileri isim isim çoook haklı gördükleri argümanlarını yazmaya cüret etmişlerdi, ben de isim isim o argümanlarının ipliğini pazara çıkardım. Yaptım bunu... Aralarından birkaçı, sosyal medya platformlarından bana ulaşıp ya kızdı, sayıp sövdü ya da flörtöz bir tanışma zemini yaratmaya çalıştı. Ah mutsuz islamcı delikanlılar...
Yazının içeriği şöyleydi: 28 Şubat sonrası kızlarımız, kamusal alana çıkma özgürlüklerini sonuna kadar değerlendiriyor. Karşılarına çıkan her fırsatın peşinden koşuyor. Daha fazla nasıl yetiştirebilirim kendimi diye sorup bulduğu her cevabın kapısını çalıyor. Hem kayda değer bölümlerde okuyor hem bir hobisi yahut sanatsal meşgalesi oluyor. Tüm bunları yaparken dinlerinden de uzaklaşmamayı başarıyor, namazlarını kılmaya devam ediyor, her ne yapıyorlarsa edebiyle yapmaya devam ediyorlar. Oysa mutsuz islamcı delikanlılarımız; ailelerinden edindikleri sermayenin üstüne bir taş koymuyor, güç bela bir üniversite bitiriyor, kendilerini geliştirmek için herhangi bir ekstra girişimleri olmuyor, toplumun kontrol mekanizmasından da bigane olabildikleri için keyiflerinin kahrına yaşayıp gidiyorlar. Gerçekten de biz okurken ve büyürken girdiğimiz her ortamda hep kadınlar vardı. Alanında çok başarılı bir hoca gelmiş, görmeye gidiyoruz, salonun %80'i kadın. Toplumu yakından ilgilendiren bir olgunun tartışıldığı güçlü bir sempozyum var; gidiyoruz full kadın. 2010 sonrası Türkiye, kamusal alanda çok ciddi bir kadın popülasyonunu deneyimledi. Hak razı olsun...
Neyse gel zaman git zaman. Bu olgu artık Kılıçarslan'ın kanaatinden de bağımsızlığını ilan etti ve toplumdaki birçok kanaat önderinin markajına girdi. Hatta ehli sünnetin kaleleri diyebileceğimiz ve ilk bakışta patriyarkaya su taşıyan hocalar bile bu olguyu dile dolar, erkekleri özeleştiriye çağırır olmuştu.
Tüm bunlardan anladığımız; iki cinsiyetin, kamusal alandaki kültürel sermayeyle eşit şartlarda temas etmesi, aradaki makası çok ciddi bir şekilde açmaya başladı. Bu olgu, bir zaman sonra kaçınılmaz bir şekilde bir anomi doğurdu: denksizlik.
Nikah bahsi, fıkıhta akit başlığında işlenir. Fukaha; nikahı, tüm romantizminden izole ederek toplumsal bir sözleşme hükmünde değerlendirir ve bu konuda serdettiği ahkam, aynı şekilde romantiklikten uzak, reel politik bir motivasyon taşır. Bazı şartlar ileri sürer ve bu şartların tamamı, son derece realisttir. Aralarında bir şart var ki hem bu yazının esas amacını hem de toplumdaki bu olgusal dönüşümün sebebini teşkil eder. O da; Ebu Hanife'nin, nikah şartlarını sayarken kadına tanıdığı "küfuvvet" şartı, yani denklik. Ebu Hanife'ye göre bir kadın, nikahın tüm şartları erginleşmişse bile "bu adam benim dengim değil" diyebilme hakkını haizdir. Erkeklerin, kendi patriyarkal çıkarları doğrultusunda hercümerç edeceği denklik nosyonu, Ebu Hanife'nin ahkamıyla kadına tevdi edilmiştir. Çünkü kadın, dengini bilir. Evlilik kurumunun olumsuz yaptırımlarından birinci elden etkilenecek bir konumda olduğu için rasyonel hareket etme mekanizmasını, erkeğe nazaran daha güçlü işletir. Bir erkek, kadına adaletsizlik yapar fakat bir kadın kendisine adaletsizlik yapan birini seçmek istemez. Anne olur ve evladıyla birlikte haysiyetiyle hayatta kalabilmek için tüm şartları, yine güçlü bir rasyonaliteyle değerlendirmekle mükelleftir. Bu nereden baksan çok ciddi bir yük ve ağır bir sorumluluğu beraberinde getirir. Bu sebepledir ki Ebu Hanife, "Mevcut tüm şartları en iyi o değerlendirir. Kendisinin ve evladının kötülüğüne bir karar verme eğiliminde olmaz. Çıkarları, erkeklerle kıyaslandığında daha güvenlik merkezlidir ki bu nereden baksan primitiftir. Düşündüğü ve sezdiği tüm şartları ölçer, biçer ve tartar. Günün sonunda yanılmışa bile duygusal anlamda zaafiyet gösterdiğini bilir ve bunu, evlilik kurumunun içinde kalmak için fedakarlık gösterdiği bir motivasyona evriltir. Kadınlar, toplumsal hayatta kendilerini gösterebileceği mecralara sahip değildir, bu sebeple biz, bir kadının hangi meziyetlere sahip olduğunu bilmeyebilir, nasıl bir akıl ve muhakeme gücüne eriştiğini görmeyebiliriz. Kadın, kendisini, bizim onu bildiğimizden ve gördüğümüzden daha iyi tanır. Nihayetinde biz onu sadece; künyesine nisbetle tanıyabiliyoruz. Falancanın kızı, filanca ailenin mensubu... Kendi dengini en iyi o bilir." demek ister. O dönemde fukaha, kadına nikah esnasında maddi anlamda şartlar tanımışsa da irade sergilemek anlamında bir şans tanıyan tek fıkıh alimi Ebu Hanife olmuştur. Hak razı olsun.
Şimdilerde bu şartların, modern evlilik süreçlerinde bir önemi kalmadı ama ben Ebu Hanife'nin; denkliği, nikah akdine şart koşmasını hep çok ilgi çekici bulmuşumdur. Sonraları hayat, bunun neden bu kadar önemli olduğunu defaatle gösterdi.
2010'dan beridir Türkiye'de, kadın-erkek arasında çok ciddi bir denklik sorunu oluşmaya başladı. Erkekler, aile sermayeleri ve cinsiyetlerinin sağladığı basal konfor hasebiyle belli bir statüde, haddizatında bulunabiliyor ve bunun için herhangi bir yaptırıma maruz kalmıyorlardı. Mütedeyyin kadınların eğitim ve kamusal alanda bulunma hakkına sahip olmayışı, erkeklerin kamusal alanda tutunma sürecini, nicel ve teknik anlamda kolaylaştırıyordu. O dönemlerde kadınlar, halihazırda kamusal bir güce sahip olmadığı için denklik anlamında pek de şart ileri koşacak konumda değildi. En öne çıkan ve belki de değerlendirmeye tabi tutulduğunda hoyratça dile dökülebilen tek vasfı, dindar bir anne olmaktı. İşbu kamusal düzen değişti. Şüphesiz bu köklü dönüşümde erkeklerin aktivizminin de payı vardır. Emeği geçen herkesten Hak razı olsun. (Kızıl Goncalar terminolojisinden çıkamıyorum)
Bu kadınlar, üniversitelere girip iyi bölümler okudular ve hemen ardından toplumun hatırı sayılır pozisyonlarında boy göstermeye başladılar. Sadece mesleki anlamda değil entelektüel anlamda da kendilerini yetiştirdiler. Hangisine dokunsan içinden kayda değer bir meziyet, bir hikaye ve otantisite taşar oldu. Hiçbir şeyin taşacağı yoksa bile, kamusal alanda başörtüsüyle tutunabilen ilk nesil oldukları için ciddi bir mücadele deneyimi kazandılar. Her biri, hiç yoktan nevi şahsına münhasır Zeyna'lar oluverdi.
Şartlar bu yönde gelişince evliliğin dinamikleri de kaçınılmaz olarak değişmeye başladı. Zaten kadının, ekonomik bağımsızlığını eline aldığı her yerde, şartlar ister istemez değişir. Başörtülü kadınlar ve çeperindeki aileler, bunu son 15 yıldır deneyimliyorsa da çalışma hayatına daha öncelerde giren başörtüsüz kadınlar, çoktan deneyimlemişti. Markaja mütedeyyin kesimde yetişen genç kadınları alma sebebim, evlilik ve nüfus beklentisinin birinci elden muhatabı olmalarıdır. Neden kadınlar, kamusal alana çıktığında ve ekonomik bağımsızlıklarını ellerine aldığında; akamete uğrayan ilk kurum evlilik oluyor?
Çünkü bu kadın; onurlu ve haysiyetli bir hayat sürdürmek için artık birine muhtaç olmayabiliyor. Bir bakıma kadının çalışması, nikah akdinin zeminindeki tüm primitif şartları ilga ediyor. Aç değil, muhtaç değil, güvenliğini kendisi sağlayabiliyor, saygınlığını bir şekilde elde edebiliyor ve tüm bunları yerine getirmek için bir erkeğe mecbur kalmayabiliyor. Hayata dair söz sahibi olabiliyor, bir konuda fikri ve kanaati var. Hepsinden önemlisi, artık tüm icbariyetlerden bağımsız bir şekilde oluşan BEKLENTİSİ var. İşte kadının kendinden ve hayat hikayesinden süzerek rafine bir şekilde yekindirdiği bu beklenti, bugün toplumdaki denkliğin kökünü eşeliyor.
Kadın, kendi mesleğine denk birini arıyor, kendi ekonomik statüsünden daha düşük olmayan birini arıyor. Bunların sebebi, hiç de erkeklerin dediği gibi "gözleri çok yüksekte" olduğu için değil. Toplumumuzun erkekleri, kadından daha düşük bir statüde ve daha az kazanca sahip olduğunda çok ciddi kompleksler geliştiriyor. O kompleksler, dışarı öyle bir yansıyor ki baktığın zaman sebebin, ekonomik ya da statüsel olduğunu anlamıyorsun bile. Tüm güçlü erkekliği zedelenmiş, ağa babaları tarafından kadını kapsaması öğretilen yanları ağrımış ve faturasını da kadınla olan duygusal ilişkiye kesiyor. Hal böyleyken bir kadın, "evleneceğim kişi, benden daha iyi kazanca sahip olsun, toplumsal statüsü benden daha yüksek olsun" derken aç gözlü bir yerde konumlanmıyor. Aksine; "kendi parası ve statüsüyle öyle bir doygunluk yaşasın ki eve geldiğinde ezikliğinin acısını, evliliğimizden ve muhabbetimizden çıkarmasın" demek istiyor. Kendi halinden memnun olan bir insan, bir başkasıyla ilişkisinden memnuniyetsizlik devşirmez, tüm bunları biliyorsunuz...
Denkliğin, karın ağrıtan bir diğer fraksiyonu: dış görünüm. Her insan, kendiyle eşit güzellikte/yakışıklılıkta bir partneri olsun ister. Bu beklentinin temelinde yatan dinamik de şüphesiz bir denklik istencidir. Güzel, karizmatik ve dikkat çekici bir kadın, yanında fiziksel görünüm itibarıyla kendisini kapsayamayan bir erkekle birlikte olabilir, kadınlar yapar bunu. Ama gel gör ki bu denksizliğin bedelini yine kadınlar öder. Zira yürürken "kadının güzelliğine bak, bir de yanındakine" cümlesine ziyadesiyle maruz kalan bir erkek, ilk elden partnerinin güzelliğine düşmanlık beslemeye başlar. Kendini beğenmediği vurgusu, sessiz bir his şeklinde gelir muhabbetin ortasına çöker. Kadını kısıtlamaya, vasatlaştırmaya, ışığını söndürmeye yeltenir. En azından primitif istenci bu yönde olur. Aralarından en iyileri, kendisini güzelleştirmeye çalışır, kafayı, partnerinin yanına yakışan biri olmaya takar. Bunu başaramadığında ise daha yakışıklı hissedebildiği kadınlara tevessül etmek suretiyle çoğunlukla aldatır... Evet erkekler yapar bunu.
Bir diğer beklenti ki bence hikayenin en can alıcı kısmı bu. Çünkü şimdi söyleyeceğim sebep, dışardan baktığında görünmüyor ve anlatması çok zor: Kendilik denkliği. Aynı rotada ve aynı şiddette olmasına gerek yok, hayatla bir şekilde derde düştün mü? Kendini, hayat karşısında büyütmeye ve erginleşmeye çalıştın mı? Başına gelenlerin ne kadarı senden ne kadarı hayattandır diye bir kere oturup sorguladın mı? Çevrende bir kusur bulduysan o çevreden çıkabilmeyi, kendinde bir kusur bulduysan da kendini değiştirebilmeyi başardın mı? Olaylar karşısında kendince bir pozisyon geliştirebilecek kadar nevi şahsına münhasır olabildin mi? Kendiliğinden, bir kimlik yaratabildin mi? Ben sana bir derdimi açtığım zaman, bana eşlik edecek bir kendilik sermayesi yekindirebildin mi? Canım, herhangi bir konuda muhabbet etmeyi çektiğinde bana eşlik edebilecek kadar muhabbet ehli olabildin mi? Sahip olmuşsan ekonomik bağımsızlığını, elde edebildiysen toplumsal statünü, karizmaya bürüyebildiysen de dış görünüşünü ve daha nicesini, kendiliğine bir özgüven sermayesi olarak kullanabildin mi? Yoksa bu saydıklarımızın tamamının kölesi mi oldun? Sana baktığımda sen mi öne çıkıyorsun yoksa dünyalık meziyetlerin mi? Cv'yi bugün yapay zeka da yapar, nitekim instagramda üretilen yapay influencerlar her gün binlerce dolar para kazanıyor. Seni, sen yapabildin mi? İktidar ilişkilerini kontrol edebilen ve onların gölgesinde kişiliğini bir paçavraya çevirmeyen bir adam olabildin mi?
Bence boşanmaların çoğu, bu üçüncü beklentinin karşılanmayışından çıkıyor. Bu kulvarda yeterince büyümüşsen diğerlerini de egale edebiliyorsun çünkü. Kadınlar, bu üçüncü beklentiden emin olmadıkları erkeği, kendilerine denk görmüyor. Eskiden, bu şartları denk görmemesine rağmen evleniyordu. Mecburdu çünkü. Şimdi ise mümkün mertebe bu denkliklerin gelişmesini istiyor ki boşanmayla sonuçlanan bir evliliğe girmiş olmasın.
Cumhurbaşkanı'na yapılan eleştirilere gelecek olursak; bunlar, bir yanıyla haklı demiştik. Evet kadınlar okudu, ekonomik ve kamusal güç sahibi oldu, hayatlarına dair söz hakkına erişti. Tüm bunlar doğru. Peki bre gafiller, kadınlar tüm bunları yaparken siz ne yaptınız? Eliniz armut mu topladı? Daha da gelişseydin, daha da güçlenseydin, madem o kırılgan erkekliğin bu kadar incinecek daha da kapsasaydın kadını. Bir kadın, para kazandığı için seni gözden çıkarıyorsa zaten zamanında mecbur kaldığı için gözüne temas etmişsindir. Her kadın, fıtraten erkeğin daha güçlü ve donanımlı olmasını ister. Darvin'le nadir ortak noktamızdır; kadın, biyolojik olarak da evladına sahip çıkabilen birini arzular çünkü. Kendisi ne kadar güçlü olsa da anne olduğunda tüm kamusal gardını yitireceğinden korkar, biri onun yerine, kendisini ve ailesini korumaya devam edebilsin ister.
Erkeklerin bu husustaki en büyük yanılgısı; "kadınlar, bizi geçebilmek için canla başla yarıştı ve sistem onlara eşitlik sağlamak adına bize adaletsizlik yaptı". Hayır paşam. Sen olduğun yerde saymaya devam ettin, biz biraz yürüdük diye sen kendini geride kalmış hissettin. Halbuki sen de yürüseydin, zaten denk olacaktık birbirimize. Hayatın tüm yükünü, tek başımıza bu kadar taşımak yerine; birlikte, birbirimizde dinlene dinlene taşımış olacaktık. Şimdi sen, o kadar geride kaldın ki trene binsen binemezsin. Biz o kadar yol yürüdük ki geri dönsek dönemeyiz. Toplumdaki bu devasa denksizlik, saygıdeğer paşam, senin tembelliğin ve ana kuzuluğun yüzünden arşa yükseldi. Sen zannettin ki annen seni bu kadar sevip tapıyorsa sen, sevilecek ve tapılacak birisin. Ah anneler... Şu anomide o kadar büyük bir payınız var ki...
Devletin kadına sağladığı imkanlar sebebiyle kırılgan egon, kan revan içinde kalıyorsa; mesele, devlet ve kadına tahsis ettiği (seninkiyle eşit) imkanlar değil. Mesele, o imkanların ve eşitliğe anca erişebilmiş kadının, üstüne çıkabilecek bir performans sergilemeyen patriyarkal egondur kardeş. Oturduğunuz yerde öyle bir saydınız ki ayakta olan ve yürüyen herkes zaten kaçınılmaz bir şekilde sizi geride bırakmış oldu. Şimdi de her zaman yaptığınız gibi ağlıyorsunuz. Suçlu sistem ve kadın diye zırvalıyorsunuz. Kendinizi bir kere bile hesaba çekmiyorsunuz.
Siz böyle zırlarken; kadının okumasıyla derdi olmayan, kendini geliştirmesi için yanıbaşında ona eşlik eden, sahip olduğu her şeyi, eşinin ışığını söndürmek için değil de kendisine ve evlatlarına daha fazla ışık saçsın diye enerji kılan; mutlu, kendini yetiştirmiş, özgüvenli müslüman erkekler, atı alıp Üsküdar'ı geçti bile. Diğerleri için de söylenecek tek bir söz var: bırak incel'diği yerden kopsun.
Tüm şartların; hiç kimsenin, dengi olmadığı birine, maruz ve mecbur kalmayacağı şekilde evrilmesi dileğiyle. Kadın erkek fark etmez, hayatla karizmatik bir ilişki tutturabilen herkesin, dengini bulabilmesi ve nüfusa katkı sağlamaya devam edebilmesi dileğiyle. Aksi taksirde; patolojik ve mutsuz ailelerin, patolojik ve mutsuz çocuklarının işgal ettiği, verimsiz bir toplumdan bir adım öteye gidemeyeceğiz.
Son olarak; küfuvveti unutmayalım. Büyüdükçe Ebu Hanife'nin, her anlamda nasıl büyük bir alim olduğunu görüyorum. Muhteşem bir akıl ve muazzam bir kapsayıcılıkla toplumun, bu kadar üstüne çıkabilmiş bir deha zor gelir. Allah kendisinden de bu ümmete bıraktığı sadaka-i cariye hükmündeki ilminden de binlerce kez razı olsun. Üzerinden kaç asır geçti ama hâlâ onun kastını anlamayan bir toplumla cebelleşiyoruz. Hak razı olsun, gerisi hallolur.
Yorumlar
Yorum Gönder