Kavrayış mertebeleri: İzhar, ifham ve idrak
İnsanları kategorize etmeye gelmez, hemen istisnalarıyla çıkar hangi tezi ileri sürmüşsen çürütüverirler, malumumdur. Fakat kendimi asla alıkoyamadığım bir kategorim var, alıkoyamıyorum çünkü çocukluğumdan itibaren babaannemin tüm ailemize salıkverdiği bir tasnif. Ailemizin bütün üyelerinin her takdirde kullandığı, bir insandan bahsedince ayırt edici bir kıstas olarak değerlendirdikleri mükemmel bir nitelik: fahamsızlık.
Bu kelime, Arapçadaki f-h-m / anlamak kelimesinden türetilmiş ve büyüklerimizin bizim jenerasyona da yetişmesi için yapım ekleriyle şekillendirip türkçeleştirdiği bir kelime. Bugün babaannemin, ailemizin ortak kelime dağarcağına miras bıraktığı bu kelimesini ve maaile neyi kast ettiğimizi anlatmak istedim.
Anlamak (fehmetmek), sürecini üç mertebede değerlendirelim; izhar, ifham ve idrak mertebeleri. İzhar; baktığın şeyi görmendir, somutu doğru okuyabilmen, görüneni algılayabilmendir ki en primitif anlama düzeyidir. Zira bir arada yaşadığımız insanlardan hiç değilse baktığını görmesini bekleriz. Felsefi değerlendirecek olursak bu mertebe maddeyi tanıma boyutudur. Bunun için somut bir eşya hafızasına ihtiyaç duyarsın, bir de o hafızayı yerine göre kategorik bir şekilde işletecek analitik bir zekaya ve bu ikisi kafidir. Bir masaya baktığında, onun sandalye olmadığını ayırt edebilmen, güzele baktığında çirkin olmadığını çıkarsayabilmenden bahsediyoruz. İzhar kelimesi haddizatında zuhur etmek, ortaya çıkmak, ayan beyan olmak, meydana gelmek gibi anlamları haizdir. Yani maddede, materyalde, eşyada nükseden bir süreçten bahsetmekteyiz. İnsanın, eşyayla ilk karşılaşmasında meydana gelen ilk tepkimeden bahsediyoruz. Eşyayı hiç değilse ayırt edebil, somut bir şekilde önüne gelen her neyse görebil demek istiyoruz. Söz gelimi iletişim esnasında muhatabımızın kurduğu art niyetli bir cümlenin, art niyetsiz diğer tüm cümleler karşısındaki farkını görebilmeyi de kastederiz. Hayat, dışarı çıktığında sonsuz işaretlerle gelir karşına; izhar edebil derken o işaretlere baktığında mevzuyu ve bağlamı görebil demek isteriz. İzhar boyutu, yüzeyde meydana gelir ve kendisinden hiçbir derinlik beklemeyiz. İzhar, anlamanın duyu organlarıyla kotarılabilecek en boyutsuz mertebesidir. İlk etapta sadece görmen yeterlidir zira seni anlama sürecine götürecek bir itkiye ihtiyaç vardır. Eğer görüyorsan tebrikler, hiç değilse embesil değilsin.
Anlamanın ikinci mertebesi için ifham kelimesini tercih ettim. Fehmetme sürecine girmek için izharın biraz derinlik kazanması gerekiyor. Yüzeyselden, yatay eksenden bir helezon çizip dikeye doğru derinleşmeye başlıyoruz. Fehmetmek için asgari şartlarımız şunlardır; hakkıyla ifa edilmiş bir izhar süreci ve o izhar sürecini; aklın, tecrübenin, bilginin ve donanımın neresinde değerlendireceğini bilebilen bir muhakeme kabiliyeti. İzhara derinlik katacak nirengi noktası muhakeme edebilmektir. Muhakeme edebilmek için hayata hakim olmak gerekir. Bu cümlenin haddinden büyük olduğunun farkındayız, nedir hayata hakim olmak? Misafirinin çayı bittiğinde boş bardağı görmek, misafirperverlik kültürünü özümsemiş olmak, sorumluluk bilincinde asgari bir yol katetmiş olmak, bulunduğu ortamdaki rol ve görevleri içkinleştirmiş olmak ve tüm bunları saliselik bir zaman diliminde yaparak boş bardağa çay doldurmak için harekete geçebilmek, mevzuya hakim olan insanın meziyetlerindendir. Bir dostun dara düşmüş, senle muhabbet ederken de hasbelkader darından bahsetmiş, yeknesak dinlemek yerine neler yapılabileceğini düşünmeye başlamak, şayet bir çözüm bulduysan da o çözümü en zarif şekilde hayata geçirmenin yollarını bulabilmektir hakimiyet. Bu takdirde sen hayata hakimsin deriz çünkü insanın, insana yurt olduğunu/olması gerektiğini biliyorsun; sana teknik anlamda bir fayda sağlayacak olmasa bile önüne gelen müşkülü çözmek için sorumluluk alacak bir ahlaka ve niteliğe sahipsin; gündemine bir konu edinince onu nasıl çözeceğinin yollarını bilen bir iş bitiricisin. İzhar için duyusal bir mertebe dediysek ifham için de akli bir mertebe diyebiliriz. Aklın, mantığın ve muhakemenin başrolde olduğu, görünenin ardındaki niyetin anlaşılabildiği bir boyuttayızdır. Bu boyut, takdir edersiniz ki insanlarla ilişkilerimizi düzenleyen; ilişkilerin şahsiyetini, itibarını ve karizmasını belirleyen; bir ilke doğrultusunda toplumsalın bir arada örgütlenmesini sağlayan; yapılması gerekenin yapıldığı ve yapılmaması gerekenin ne olduğuna dair kolektif bir konsensüsün olduğu; homo sapiensi eşref-i mahlukat olmaya sevk eden muntazam ve muhteşem bir boyuttur.
Henüz anlama mertebelerinin ikincisindeyken babaannemin fahamsız sıfatını, tam da burada ele almak isterim. Nenem bir insana fahamsız derken ifham boyutunda görmemiz gereken meziyetlerin yokluğundan şikayet ediyor. Bir insanın yanında başka biririnin derdi konuşulmuş ve o insan, o derde şifa olabilecekken kılını bile kıpırdatmamışsa nenem hemen tanımlayıverir: "fahamsızın teki". Yani "ulan ahraz, görmüyor musun bir insan evladı zor durumda ve senin imkanların mevcut, bir elini uzatıp insanlık onur ve haysiyetine uygun bir davranış sergilesene!" demek istiyor. Yaşlı bir misafir, bir gelinin evine geldiğinde şayet o gelin, hoş geldin suyunu vermemişse çayı bittiğinde misafire istetmeden çayını tazelememişse ve hatta misafire "aç mısın" diye sorma gafletinde bulunmuşsa fahamsızın tekidir. Zira yoldan gelene aç mısın diye sorulmaz; aç olduğunu söylemeye çekinebilir, belki yeteri kadar samimi olmadığınızdan belki de meşrebinden fark etmez ama zinhar yoldan gelene aç mısın diye sorulmaz, mutfağa gidilir ve o an ne varsa misafire ikram edilir. Yoldan gelen her zaman susamış kabul edilir; koltuğa oturur oturmaz suyunu vermelisin. Bir derdinden bahsetmişse haybeye konuşmuyordur; iyi dinle belki senden yardım talep ediyordur fakat meşrebi alenen yardım istemeye müsaade etmemiştir. Şayet bu işaretleri anlamamış ve yapılması gerekeni yapmamışsan onulmaz bir fahamsızsın demektir.
Fahamlı insanın sol bilinci kuvvetli olur, insanı kendisinin bir yansıması gibi görür ve herkese en iyi şekilde temas etmeye çalışır. Empati gücü yüksektir; sen yoldan geldiğinde kendisi yol yürümüşçesine susamış olduğundan suyunu hazır ediverir. Bir derde düştüğünde derdin sende yarattığı ağırlığı duyumsar ve seni onun altından kurtarmaya çalışır. Onunla konuşurken boş duvara konuşuyormuş gibi hissetmezsin; diyaloji dediğimiz mevzu tam anlamıyla gerçekleşir. Mesela böyle iki insan karşılaştığında son derece nüktedan ve mümbit bir muhabbet de hasıl olabilir. Zira ikisi de akışı takip edip her an teyakkuz halinde olacak kadar canlı ve doğurgandır. Canlılık, sürpriz, spontanlık, yeni, üretim, gelişim, ilerleme gibi mevzuların tamamı işte bu boyuttakiler tarafından gerçekleştirilir. Pratik zeka, iş bitiricilik, çözüm ve kolektif uyum şeklinde sıralanabilecek bir dizi meziyete sahiptirler. Hayata ve hayatta olup bitene; insana ve insanda olup bitene; akışta ve akışta olup bitene hakimdirler, dediğim bu. Bir bağlamın içindedir ve o bağlamın her gereğini ifa edebilecek kadar, edemeyeceği varsa da neden edemeyeceğini çözümleyecek ve oradan kaynaklanacak sorunları başkalarıyla tamamlayacak kadar mevzuyu çözmüştür.
Şimdi diyeceksiniz ki daha ne olsun, bunun üzerine anlamaya dair bir mertebe daha eklemeye ne gerek var? Tanrı'ya iman etmişsek ekleyeceğiz, o ki onu anlamak yazılmışsa alnımıza ekleyeceğiz, ekleyeceğiz ki ona bir basamak daha yaklaşabilelim, bir ışık daha nasiplenebilelim.
Anlama bahsinin üçüncü ve en son mertebesi için idrak demeyi tercih ettim. Bu kelime, Arapça d-r-k kelimesinden gelir ve etimolojik olarak şöyle bir anlamı haizdir; ulaşmak, varmak, kavramak, erişmek, bir şeyin dip noktası. Ben bu kelimeyi lügatta, belki de bir müfessirde okuduğumda kuyu metaforuyla tanımıştım. Kimden okuduğumu hatırlamıyorum (kuvvetle muhtemel Razi'dir) ama şöyle tarif etmişti müellif; dipsiz bir kuyuya taş attığınızda o taşın dibe erişmesi. Manen rivayet ettiğim için biraz şiirselleştirmiş olabilirim, şiirseldir nitekim. Şöyle düşün ki bir dipsizlik ve sonsuzluk var ve senin bu sonsuzlukta ilerleyişin bile bir varış hükmünü alabiliyor. Aynı zamanda bir belirsizlik ve karanlıktan bahsediyoruz, tüm bunlara rağmen bir amaca erişmeye çalışıyorsun. Kelimenin beni büyüleyen bir bağlamı daha var; derek (d-r-k) kelimesi; Aramice, İbranice ve Süryanice'de yol anlamına geliyor. İdrak çok ama çok büyüleyici bir kelime... İlk mertebe olan izharı konuştuk ve tamamladık; ikinci mertebe olan ifhamı konuştuk ve tamamladık fakat idrak mertebesini ne kadar konuşsak da tamamlayamayız. Ancak tamamlayamıyor oluşumuzu, tamamlayan kişi olamayışımızı idrak ettiğimizde bu bahsi tamamlayabiliyoruz. Dipsiz ve sonsuz bir kuyuya atılan taş, dipsizliği ve sonsuzluğu mütemmim kılabilir mi? Hayır. Fakat bu kelime bize diyor ki kuyu dipsiz ve sonsuz olabilir; senin attığın taş, dibe ve sona erişmeyi amaçlıyorsa bizatihi bu amacın kendisi mütemmimdir. Sen bu yolda tamamlanamazsın, başka bir deyişle bu yol, senin tamamlayabileceğin bir yol değil fakat yolda oluşun benim nezdimde bir tamamlanma istidatıdır ve burda oluşun kıymetlidir. Yani tam bu noktada, el-insan direksiyon hakimiyetini yitiriyor ve direksiyonda olan kişinin kendisi olmadığını, arabayı sürenin kendisi olmadığını, kendisi ne yaparsa yapsın hem arabayı kullanma eylemi hem de bizatihi arabanın gittiği yol, tüm bunlar bir üst makamın tahdidine matuf oluyor. Sen belki ehliyet alabilirsin fakat ne yol ne de sürme kabiliyetin bizatihi senden mülhem değildir. Böylece mutlak varlığın, mutlak mütemmimin, yani Tanrı'nın eteklerine gelmiş oluyoruz. Buraya vardığında sen mutlak değil mümkün oluyor; mütemmim değil nakıs oluyorsun. Zira bir mutlak varsa bir başka mutlak olamaz, bir tam varsa bir başka tam olamaz. Tabi kendine tanrılık affetmiyorsan... Burası neden çok önemli?
Mesele, senin elini attığın her şeyi tamamlayabileceğin zannından azade olman. Bu mertebeye kadar tıkır tıkır tüm sadmeleri tamalamış olabilirsin, aferin fakat... Eğer biraz daha tamamlamaya devam etseydin kibir belası tarafından ele geçirilirdin. Her şeyi anlayamacağını ve kavrayamacağını, haliyle tamamlanamayacağını gör, eşref-i mahlukat nedir anla... Böylelikle idrak mertebesine eriştiğimizde o yolun, hikmetine erişmiş oluyoruz. İfham için hayatta olup bitene hakim olmak demiştik; idrak için de hikmet dedik ve bu iki kelime aynı kelimenin zaman nezdinde değişmiş hallerinden ibaret. Yola girdiğin vakit yolun varlığına ve nasıl yürüneceğine hakim oluyorsun; yolda yürümeye devam edip sonsuzlukla karşılaşmış ve yürüyüşü bitirecek mutlak gücün sen olmadığını idrak ettiğinde de hikmete vasıl oluyorsun. Mübarek olsun.
İfham gayet yeterliyken idrak boyutu neden bu kadar önemli? İfham kendini konsolide ettikçe kibri yaratır. Aynı zamanda toplum marifetiyle ifhama sahip olan insanın kurumsallaşmasına zemin hazırlar. Şunu kastediyoruz; kimin neye ihtiyacı olduğunu sürekli görürsen her ihtiyacı olan sana görünmek ister ve bir noktadan sonra senin görme biçimin, toplumun ve kendi nezdinde kurumsallaşmaya başlar. Sen artık görmeyi ve yapılması gerekeni yapmayı ancak ve ancak bir görev, bir ödev gibi yaparsın. (Kant'a hayran olanlar bu mertebede kalabilir.) Bir şey kurumsallaştıkça statik olmaya, canlılığını ve mümbitliğini yitirmeye, katılaşmaya ve nihayetinde putlaşmaya başlar. Sen ifham mertebesine otağ kurup putlaşmayasın diye sevgili insan, Rahman senin için bir boyut daha yaratmış. Zira putlaşıp kendini mutlak otorite zannedersen adalet ilkesini ilelebet tahkim etmen sosyolojik olarak mümkün olmaz. Bir yerden sonra, en iyi ihtimalle eşitliği ihdas etmeye kadar düşersin ki bu da erdemin sürdürülebilirliğini akamete uğratır. Erdemin her takdirde vuku bulması için tam anlamıyla özgür olmak gerekir; bu, başka bir deyişle hiçbir takdirde kurumsallaşmanın olmaması gerektiği anlamına gelir. Kurumsallaşmanın olduğu herhangi bir denklemde, tam anlamıyla özgür kalınmaz. Tam anlamıyla özgür olunmayan hiçbir yerde de erdemden, iyiden, anlamadan, kavramadan ve nihayetinde yapılması gerekeni yapmaktan takdir edersiniz ki bahsedemeyiz.
Geçen yıl Hallac'ı ve Ene'l Hak makamını düşünürken o kuyuya düştüm. Tanrısal olmakta anolojik bir safsata vardı; Zira Tanrı Tanrıdır, sen ise insansın. Tanrının merhameti sonsuz olmakla beraber sonsuzu ihata edebilen mutlak bir merhamettir. Şayet bir niteliğe sahipsen o niteliğin sonuna da sahip olursun. Haliyle Tanrı eksiksizdir. Böylesine eksiksiz ve sonsuz olduğundan tam anlamıyla yeterlidir de. Yani mütemmim olabilen yegane şey, Tanrı'ya dair olan şeylerdir. Oysa insan sonsuz bir varlık değil; ölümlü olduğu yetmiyormuş gibi tüm hayatını ölüme ulaşacağı günü düşünerek geçiriyor. Her ne yaşıyorsa o sona giderken yaşıyor. Biz insanoğlu, her ne yaşıyorsak zamandan ve zamanımızın nihai noktası olan ölümden azade bir oluşta bulunamıyoruz. Zamana matuf oluşumuz, bizleri her an ölüme gebe kılıyor. Zaman, bizim içimizde ölümü, yani nihai sonu büyütüyor. Böyle anlatınca öldüğümüz gün, doğacağımız gün oluverdi... Demem şu ki zaman ve ölüm biz insanlar içinse hiçbir şey bizim için tam ve yeterli olamaz. Biz bu denli tam değilken hayata dair anladığımız ve kavradığımız şeyler tam ve yeterli olabilir mi? Hayır. Öyleyse kibirli ve muhkem; totaliter ve diktatör olabilir miyiz? Hayır. Bunları olmadığımız takdirde bir başkasına zulmeden kişi de olamayız. Ötekine zulmetmek için durduğun noktadan tam ve yeterli bir şekilde emin olma gafletine düşmen gerekir ki bu, kendisinden korkacağın yahut varlığından utanacağın bir üst aklın olmadığında mümkündür.
Öyleyse idrak mertebesi, bizi zalim olmaktan; her şeyi tam ve yeterli bir şekilde anlama ve bilme iddiasından alıkoyuyor. Böylelikle biz, bir başka medeniyeti sömürmeye gidemiyoruz. (Yazı çok uzamasaydı buradan Batı'ya bir pencere açardım ama bu bahse de girmeyiversin). Böylelikle biz, tüm insanlığa yetebileceğimiz zannına düşmemiş ve tüm insanlığı, kendimize muhtaç ve bağımlı kılmıyoruz. Ehliyet sahibi olduğumuzdan ancak ve ancak yolda nasıl yürünür; araba nasıl sürünür onu anlatabiliriz. Biri kaza yapmışsa yapılması gerkeni yapar, kendisine getirir ve yeniden istikamete yönlendirebiliriz. Anlamanın ifham mertebesinde, yani yolun hoşuna giden bir kısmında durup otağ kurmuşsan sen artık yolun mahiyetine dair bilgi sahibi olamazsın. Ancak ve ancak geldiğin noktaya kadar bilgi sahibi olabilirsin ki bilgi, güçtür; güç ise kaçınılmaz bir şekilde şiddeti doğurur.
Kapanış: ben bu yazıya babaannemin fahamsız kelimesini anlatmak için başlamıştım. Geçen ay, son derece fahamsız biriyle uzun bir zaman geçirmem gerekmişti ve bloğa yazmaya karar vermiştim. Yazıya başlarken kendi kendime uydurduğum ve yıllardır kendi kendime kullandığım anlama mertebeleri olan izhar, ifham ve idraki de yazmayı planlamamıştım fakat kısaca da olsa yazıya dökülmüş olması iyi oldu. Bu anlama mertebeleri, gündelik hayatta benim için çok belirleyici turnusollerdir. Herhangi bir bahsi tam anlamıyla bildiğim ve anladığım zannına düştüğümü fark etmişsem biliyorum ki o bahsin hikmetini ıskalamışım. Kendimi hemen sigaya çekiyor ve haddimi hatırlıyorum. Meşrep gereği çok kolay netleşebildiğim için kendimi terbiye etmeye ihtiyacım oluyordu. Velhasıl bu anlama mertebeleri, yıllar önce bu ihtiyacın idrak edilmesiyle şahsım tarafından uydurulmuştur. Şifa olsun.
Yorumlar
Yorum Gönder