YIĞINLARIN İSTİLASI: İNSANIN ONULMAZ GÖRÜNME ARZUSU
Psikolojizmin üzerimize salıkverdiği prangaları işlemeye and içtik. Bu serinin ilk yazısında terapi mobingini işlemiştik. Şimdi mevzuyu biraz daha kristalize edip terapi mobinginin, bizlere gündelik hayatımızı gelişine güzel yaşarken hangi başlıklarla tebelleş olduğunu kaleme alalım.
Gündelik hayatta herhangi bir eylem yahut söylemde bulunmuş ve hatırı sayılır bir psikoloji malumatına sahip birine denk gelmişsek ki son zamanlarda herkesin bu malumata sahip olduğunu da değerlendirirsek karşılaştığımız blokajlardan biri de "görünme arzusu" oluyor. Bu olgu, karşımıza genellikle şu cümlelerle çıkar:
-Neden bunu yapıyorsun, sen görünmek mi istiyorsun?
-Seni görsün diye bunu yapmış olmayasın?
-Tatlım bence o işi yapma sebebin, derinlerde yatan görünme arzun. bla bla bla...
Aldığımız dönütlere bakacak olursak içimizde onulmaz bir görünme arzusu var. Psikolojizm literatürü ve iş bilenleri, bu arzuyu kerih addederek literatüre almak suretiyle taçlandırmış. Yani görünme arzusuna sahipsen sende bir şeyler sağlıksız. Bu kanaatlerini temellendirmek için de elbette politik doğrucu, aksiyomatik bir kabule ihtiyaçları vardı: "makbul insan, görünme arzusuna sahip olmayandır" demek suretiyle de o ihtiyacı karşıladılar. Neden buna aksiyomatik kabul dedik onu anlatmakla başlayalım. Görünmek, var olanın doğasının bir gereğidir. Bir şey varsa görünür. Yani bir şey varsa onu görürsün, doğal ve normal olan budur. Maddenin konusu olmuş herhangi bir mevcudun görünmemesi mümkün değil midir? Mümkündür. Mesela körsen görmezsin, bedensel bir engelin vardır ve sen var olanı nesnel bir şekilde görmeyebilirsin. Bir de bakmıyorsan görmezsin, zihinsel bir meşguliyetin yahut engelin vardır ve madde ayan beyan dursa bile görmeyebilirsin. O halde görme eyleminde esas olan; var olanı görmektir, var olanı görmemekse arızidir. Bu takdirde aksiyomatik kabulün şöyle olması beklenir; varlığa konu olan şey görünür, görünen şeyin görünmesi normaldir.
Aksiyomatik kabul böyle olmalıyken ne oldu da "insanın görünme arzusu", behemehal bir patoloji addedilip önümüze bir moloz yığını olarak konuldu? Bunu kim, neden ve nasıl koydu? Psikolojizm, modern terapi ve politik doğruculuk. Başka düşmana gerek yok ki düşman senin evinde, gir ağla çık ağla... Bu politik doğruculuğu yeteri kadar konuşmuyoruz, herkesin evvelemirde bunu gündemine alması ve gündelik hayatında karşılaştığı her politik doğrucu zehrin ipliğini pazara çıkarması vatani görevdir...
Ben şu an bir yazı yazıyorum ki sizler okuyasınız. Bu şu anlamı da haiz; okunmak suretiyle görünmek ve bilinmek istencine sahibim. O halde yetişkin bir politik doğrucu çıkıp "sen bloğa her hafta bir yazı yazmaya çalışırken insanlar tarafından görünmeye çalışıyorsun" diyebilir ve haklıdır. "Evet, insanlar tarafından görünmek istiyorum, sorun nedir?" Aklıma bir şeyler geliyor ve yazmak istiyorum, geliyor ki yazmak istiyorum. Aklım var ve ona bir şeyler geliyor, dahası aklıma gelen şeyleri beliğ bir tertibe konu edebiliyorum; demek ki kasaba meydanına çıkarabilecek kadar bir yeteneğim de var. Tüm bunlar var ki gösteriyorum, evet sorun nedir? Birileri bana böyle dedi de gelmiş burada cevap vermeye çalışıyorum sanmayın, öyle bir şey olmadı. Derdimi anlatmak için kendimi meze ediyorum o kadar. Yazıyorum ki okunayım, doğrudur. Bu neden bir sorun gibi paketlenip bizlere bir şiddet enstrümanı olarak yöneltiliyor?
Konuşmak eylemine bakalım; asgari düzeyde sağlıklı bir bedene, dilin mahiyetini ve terkibi idrak edebilmiş bir zihne, bunları bir araya getirebilmiş ve mümkünse estetize de edebilmiş bir beceriye ihtiyaç vardır konuşabilmek için. Dahası, tüm bu sistemi işletmek için kuvvetli bir itkiye, arzuya ve beklentiye de ihtiyaç vardır. Yani bir insan, bir amacı varsa konuşur, bir ihtiyacı varsa konuşur, bir derdi varsa konuşur. Şu halde bir şey varsa konuşmak suretiyle dışarı çıkıyor ve muhatabımız onu duyuyor diyebilir miyiz? Konuşuyorum ki duyulayım. Ben varım ve konuşabiliyorum, sen de varsın ve duyabiliyorsun. İkimizin de varlığının bir sonucu olarak konuşabiliyor ve duyabiliyoruz. Doğal ve tab'i olan konuşulanın duyulmasıyken "insanlara kendini duyurmaya çalışıyorsun" yargısı neden mütemadiyen çıkıyor?
Akla şöyle bir karşıt tez gelebilir; iletişim ve ilişkideki dengenin bozulduğu olağanüstü durumlarda bu yargıya varılır, yani çok fazla konuşup çok fazla dinlenilmek istersen o takdirde bir patoloji meydana gelir ve biri çıkıp "neden insanlara kendini bu kadar duyurmak ve dinletmek istiyorsun" diye sorabilir, normaldir. Evet normaldir, iletişimde aşırı bir davranış neşvünema bulmuşsa orada aşırı bir kaygıdan yahut başka bir aşırıdan şüphelenmek ve sorgulamak gayet doğaldır. Fakat ben bu sekanstan konuşuyor değilim; doğal ve olağan bir akış esnasında gelen "görünmeye çalışıyorsun" mobinginden bahsediyorum. Mesela sınıf ortamındasın; hocanın sorduğu sorulara, başkalarının cevap verme özgürlüğünü hiç etmeyecek şekilde cevap veriyorsun. Sorulara hiç cevap vermeyen bir öğrencinin "ya o da görünmeye çalışıyor" demesinden bahsediyoruz. Önce cevap vermeyen öğrencinin neden cevap vermediğini, cevap verenin de neden cevap verdiğini anlamaya çalışalım. İki öğrenci arasındaki fark, en basit tabirle özgüven yahut meşrep farklılığıdır. Bir öğrenci sorunun cevabını bilmesine rağmen neden paylaşmaz? Kendine ve cevabına yeterince güvenmeyebilir, cevaba güvense bile sosyal anksiyeteye sahip olabilir, o cevabın farklı sorumluluklar getirmesinden imtina edip konforunu bozmak istemeyebilir, toplumla etkileşmek ve kaçınılmaz bir iletişimin içine girmek istemeyebilir ya da en rafine tabirle ne soruya ne de cevaba yönelik bir ihtiramı ve iştiyakı olmayabilir. Yani mevzubahis lama-cime değer ve önem vermiyor, kaydına değmiyor, haliyle tenezzül etmiyor olabilir. Bunlar her ne kadar kendi içinde sorun teşkil etse de irdeleyemeyeceğiz, zira derdimiz başka. Peki cevap veren öğrenci neden cevap veriyor? Cevaba güvenmese bile kendine güveniyor olabilir; ideal bir şekilde yanlışlanarak doğruyu bulmayı isteyebilir; sosyal anksiyeteye sahip olmayıp saçmalamayı göz alan bir meşrebe sahip olabilir; vereceği cevabın, yeni sorumluluklar ve ödevler getireceğinden kuşkulansa bile bunları göze alabilecek kadar konfor alanından çıkabilir; daha da önemlisi, mevzubahis lam-cim, öğrencinin ilgisini celbetmiş, bir sebeple önemli bir anlama tekabül etmiş, değer atfettiği bir bahis olmuş olabilir. Tüm bunlar, hiç mecbur değilken öğrencinin onca kişinin arasından soruyu muhatap almasını sağlıyor, öğrenci soruyu görüyor ve soruyla girdiği reaksiyon sonucunda sosyal bir tepkime meydana geliyor, öğrenci nur topu gibi görünüyor. Şimdi biz, soruya cevap veren arkadaşa neden "görünmeye çalışıyor" diyoruz? Çünkü görünmeye çalışma gibi bir yaftayı öğrendik, bu şekilde söylediğimizde psikoloji malumatına sahip bir alim intibaı bırakabiliyoruz, iyi ya.
Şimdi ben bu yargının politik doğrucu bir tanımlama olduğunu ve haliyle ipliğinin pazara çıkarılması gerektiğine inanıyorum. Bu kapsamda politik doğruculukla mücadele ederken edindiğim bir usulü paylaşmak istiyorum. Önümüze bir mesele gelmişse o meseleyi mesele olmaktan çıkaralım; bu takdirde o mesele tüm hükmünü yitiriyorsa bize bunca işi yaptıran o mesele, politik doğrucu bir dimağın eseridir. Sağlamasını mahut örnekle yapalım;
Mesele: Sen görünme arzusuna sahipsin.
Tavır: Evet varım ki görünüyorum, laf mı bu şimdi?
Gördüğünüz gibi meselenin hükmü düşmüştür. Sizi ilzam ve manipüle etmek niyeti taşıyan muhatabınıza yürüyecek yol kalmamıştır. Neyle saldırabilir ki sana? Seni yenik düşenlerle aynı cehenneme göndermek için görünmeye muhtaç olduğun zannını peyda etmeye çalışan bu mesele, daha ne yapabilir sana? Sen ki onun silahıyla ölmüyorsun. Şimdi biz böyle dedik diye böyle olacak değil, onun da farkındayız.
Bir kudsi hadisle devam etmek isterim; "Ben gizli bir hazineydim, bilinmekliği seçtim" diyor. Hadisin sıhhatini ıstılahi manada tartışmayacağım, şimdilik sahih addedip devam edelim. Biz bu hadisten; Tanrı'nın gizli bir hazineyken bilinme arzusunu anlamamızı istediğini çıkarıyoruz. Bir hazine, olduğu yerde her müdahaleden ve her nazardan uzak var olmaya devam ederse bizler, sıradan bir nazar olarak o hazinenin varlığından haberdar olabilir miyiz? Yani varlığını bilmediğimiz bir şeye, varlık isnad edebilir miyiz? Hayır. Burada çok büyük bir safsata var. Bir hazinenin hazine olduğunu bilebilmek için evvelemirde onun var olduğunu bilmek ve görmek durumundayız. Bu da yetmez; hazineye, hazinelik isnadında bulunmak için hazine olmayan şeyleri de bilmemiz ve bunları birbirinden ayrıştırabilecek asgari bir analitik zekaya ihtiyacımız olur. O halde bir hazineyi görüyoruz, hazine olmayan şeyleri de biliyoruz, böylelikle gördüğümüz içeriğe "evet bu bir hazinedir" diyebiliyoruz. Demek ki Tanrı, bu böyle olsun istemiş. O ki kendinin hazine olduğuna, yarattıkları tarafından onay verilmesine muhtaç olmayacak kadar kadir-i mutlaktır. Demek ki var olanın görünmesini irade etmek, var olanın değerli bulunması için bir onay mekanizmasına muhtaç olunduğu anlamına gelmiyor. Öyle olsaydı, Tanrı'yı ezikleyebilirdik. Nitekim bu politik doğrucu yargının müdavimi, şu takdirde şöyle söyleyebilecektir: "Neden görünmek istiyorsun? Var olduğunun görünmesine, bilinmesine ve onaylanmasına ihtiyacın mı var? Kendi kendine hissettiğin değer ve önem, senin için yeterli değil mi?" Mantık örüntüsünden hareket ettiğimizde bu yargının, vakıayı kuşatacak bir akıl yürütme olmadığı aşikar. Fakat ben ne Razi'yim ne de Gazzali, haliyle burada mantık anlatmayacağım.
Tanrının bilinmekliği olayını söylemsel değil, eylemsel alalım. Sudur nazariyesinde tanrı kendini gerçekleştirdikçe varlığını öğreniyoruz. Bizler, ancak var olan ve görünen üzerine konuşabiliriz. Hiçlik, görünmediği gibi tasavvur da edilemez, tasavvur edilmediği gibi bir mahiyeti de içkin değildir. Hiçlik, hiçbir takdirde görünmenin yahut bilinmenin tezahür etmediği bir varsayımdır. Buradaki varsayım, hiçliğin keyfiyetinden ve mahiyetinden değil olsa olsa mevcudiyetinden kaynaklanan bir tefekkürden ibarettir. Yani biz hiç derken varlığın esamesinin okunmadığı bir kavramı anlatmaya çalışırız. Ancak onda bile kavramsallaştırabilme kudretimizi, varlıktan alıyoruz, varlığın olmadığı bir yerden, varlığın sonundan, varlığın var olmama halinden alabiliyoruz.
Biz Tanrının görünürlüğünü “ben gizli bir hazineydim, bilinmekliği seçtim” deyişinden değil bilinen üzerine tefekkür ettiğimiz vakit görüyoruz. Kainatın tekevvününden itibaren var olan eşyanın temaşa edilmesi, haddizatında temaşa edilebilitenin, bir varlığa matuf olduğu anlamına gelir. Yani görünmek, bir tercih yahut arızî bir mülahaza değil; bizatihi aslın idrak edilmesidir. O halde görünen asıldır, aslolan görünendir. Demek ki görünen; tali ve arızi, ıstılahi manada konuşacak olursak fer’i bir durum değildir. Kendinden menkul bir başat nokta, nihayetinde arke hüviyetindedir. Sizce hiçlik, bir arke olabilir mi? Bilakis; mefkurede arke olamayacak yegane şey hiçliktir. Hiçliğin dışında kalan eşya; mahiyeti, hüviyeti ve keyfiyeti değişmekle birlikte arkenin mertebeleri arasında mülahaza edilebilir. Fihi nazar.
Tanrının görünme istencini takip eden bir başka görünme senaryosunu, peygamberine de teşmil edebiliriz. Muhammed bir sebepler zinciriyle Hira'ya, inzivaya çekiliyor. Hira'ya çıkmak şeklinde fenomenleşen bu hadise için dedesinden gördü de sürdürdü yahut meşrebi bunu gerektirdi de kendiliğinden oluşturdu diyebiliriz, bu da gereksiz bir tartışma olur. Günün sonunda mütevatir bir gerçeklik var; Muhammed, inzivaya çekilmek için Hira'ya kapanıyordu. Birgün Hira'da bir melek geldi ve onu vahiyle buluşturdu. Bu hikayede inançlı olmamıza gerek yok. Burada gerçekleşen vakıanın keyfiyeti ve mahiyeti asırlardır tartışılıyor; vahiy dersin, ilham dersin, inanırsın inanmazsın, bahsimizi ilgilendirmiyor. Şimdilik biz, bu vakıayı tarihî ve gerçek bir olay olarak ele alalım. Bahsimizi ilgilendiren kısım şu; Muhammed Hira'da yaşadıklarını, Hira'da yaşanmış halüsinatif bir deneyim olarak bırakmıyor. Eve geliyor ve Hatice'ye "beni ört" diyor. Devam eden süreçte de yaşadığı deneyimi, onu seven dostlarından başlayarak insanlara anlatıyor. Bugün biz, üzerinden 1400 yıl geçmiş bu hadiseyi, ilmel yakîn görüyoruz, biliyoruz. Peygamber yaşadığı şeyin görünmesini istedi ve İslam diye bir din var oldu yahut İslam diye bir din idesi vardı ve bu ide, Muhammed'te görünür oldu.
Cevher, yani öze dair herhangi bir şey neşvünema bulacağı vakit, onun dışında kalan her şeye görünür olur. Amacı görünmek değildir, amacı sadece cevher olmaktır. Kopernik, güneş sistemine dair doğurttuğu her ne varsa insanlığa gösterdi; Newton kafasına düşen elmanın, onda açtığı çığırları bize anlatmasaydı yerçekimiyle tanışmamız hangi tarihe ertelenirdi bilmiyoruz; Einstein izafiyeti doğurup paradigmamızın eksenini kaydırmasaydı maddenin tahakkümü karşısında nece kalırdık bilmiyoruz. İlim, bilim, felsefe, sanat, zanaat ve her ne dersek diyelim; her biri, indî bir mülahazanın tezahürü hükmündedir. Tezahür derken biz, mahut olgunun yahut nesnenin görünür ve de bilinir olmasından bahsederiz. Şu halde insanlığın, göründükçe geliştiğini ve görünmenin bir patoloji değil; sürecin doğal bir sonucu olduğu çıkarımına varabiliriz. Doğal bir şekilde yaşarken doğal bir şekilde görünür ve sonuç olarak her geçen gün biraz daha var olmuş oluruz. Görünme ithamını, psikopatolojik bir yargı olmaktan çıkarıp var olma sürecinin doğal sonuçlarından biri olduğuna götürebiliriz. Bu takdirde görünmek, bir amaç değil; sürecin, sonuçlarından bir sonuç olmaktadır.
Peki görünme olgusu ne zaman patolojik olur? Buraya kadar yazdıklarımda, görünme ithamının olur olmaz her bağlamda dillere pelesenk edilmesiyle derde düşmüştüm fakat şunun bilincindeyim; birileri gerçekten görünmek için ekstrem bir çaba gösteriyor. Dahası, olmayan şeyleri de varmış gibi göstermeye çalışıyor, yapmayacağı işleri de toplumsal imaj ve gözettiği iktidar ilişkileri bağlamında yapmış gibi gösteriyor. Yani yığınlar, kendilerini muhtelif şekillerde göstererek ithal bir benlik oluşturup fütursuzca bunun pazarlamasına girişiyor. Geçmiş yıllarda bir kadınla tanıştım; bu kadının dilinden düşürmediği birkaç kaide vardı ama onlardan en şedidi, asla evli adamlarla ilişki yaşanmaması gerektiği ve ilişki yaşayan kişilerin de recmedilmesi gereken ahlaksızlar olduğu yönündeki söylemiydi. Bunu o kadar çok dile getiriyordu ki bir yerden sonra kendisine yüksek bir ahlak atfetmiş vaziyette buldum kendimi. Ta ki birgün, hanımefendinin yaşadığı büyük aşklarının tamamının, evli ve çocuklu adamlarla olduğu gerçeğiyle yüzleşene kadar. Demek ki bizde inşa ettiği bu ahlaklı görünürlüğün altında yatan sebep, var olan gerçeği örtmekten başka bir şey değildi. "Evli adamlarla arkadaş bile olunmaz" yönündeki söylemiyse kendini ikna etmekten, öyleymiş gibi hissetmekten ibaret bir telkin olup çıkmıştı. Kendine ve topluma sürekli bu telkinde bulunması, bir yerden sonra kendisinin buna inanmasına, toplumun da talep ettiği ahlakı kendisine tevdi etmesine sebebiyet vermişti.
Erişmek istediğin üst bir konum için kendinden olmayan meziyetleri varmış gibi gösterebilirsin; elde etmek istediğin dünyalık bir kazanım için elinden gelen bütün kimlikleri inşa edebilirsin; toplum seni alim zannetsin diye her şeyi biliyormuş gibi bir intiba bırakabilirsin... Bu ihtimallerin ve daha nicesinin tamamında görünmek, politik bir çıkar uğruna serdedilen bir amaç oluveriyor. Öyleyse görünmek, politik bir amaç halini aldığı zaman patolojiktir diyebiliriz. Kendinde olanı doğal bir şekilde gerçekleştirdiğin vakit sonuç olarak görünme hadisesi tezahür eder, bu da görünmeyi amaç değil sonuçlardan bir sonuç kılar dedik. Fakat kendinde olmayanı varmış gibi göstermeye başladığın vakit, bu tersi manada gerçekte olanı örtmeye çalışıyorsun demektir. Her insanın gerçeği iyi, güzel, doğru ve cazip olmayabilir. Gerçeğinde bir günah, yetersizlik, yeteneksizlik, haset ve fesat vardır, toplum nezdinde makbul olmadığı için onu gizlemeye çalışırsın. Bu gizleme hadisesini yapmak için de tam zıddını, "varmış gibi" kılarsın. Gerçeğinde ahlaksızın tekisin, bu ahlaksızlığını gizlemek için dünyanın en ahlaklı eylem ve söylemlerini serdedersin. Esas amacın ahlaklı olmak değil; ahlaksız olduğunu gizlemektir. Gerçeğinde kevaşenin tekisin, bu kevaşeliğini gizlemek için de sahneye rahibe terasa gibi çıkarsın. Bu takdirde amacın, şüphesiz rahibe terasa olmak değil; kevaşe olmadığına inandırmaktır. Gerçekte dindar olmadığın yetmiyormuş gibi bir de dini kişisel çıkarların için hoyratça kullanırsın ama beş vaktin beşini de cemaatte kılarsın. Buradaki amacın, beş vakit namaz kılan biri olmak değildir; dün haram yollarla elde ettiğin rantın araştırılmasını gizlemektir. Bu paragrafta anlatmak istediğim şey; yokluğun hiçbir şekilde bir amaç teşkil edemeyeceği, amacın, her zaman ancak ve ancak bir varlıktan sadır olabileceğidir. Yani yine, olmayanı gösteriyor, gösterebiliyor değiliz; olanı göstermemeye çalışıyoruzdur. Yokluk, hiçlik ve gerçekte olmayan herhangi bir şey, görünmeye programlanmış değil. Bunlardan bahsedebilmek için tahayyül etmeye, ancak ve ancak zıtlarındaki var olanlardan başlayabiliriz.
Ben bu yazıyı çok basit bir psikolojizm yazısı olarak ele alacaktım, politik doğrucu bir mobing halini alan "sen görünmeye çalışıyorsun" argümanına takmıştım alt tarafı. Aklımın beni götürdüğü yerler bana da sürpriz oldu :)
Velhasıl; özünde iyilik, güzellik ve şehre çıkardığında seni utandırmayacak bir meziyetin varsa onu tabii ki herkesin görmesini istersin. Görülsün ki yayılsın, bilinsin ki kötülüğün, fesadın ve günahın, elini ve kolunu bağlasın. Bu isteğin bir başkasına zulmetmediği takdirde patolojik değildir. Yığınların, mabadını terapizme dayayıp seni bu hususta sorunlu hissettirmesine müsade etmeyesin. O halde biri çıkıp "neden görünmeye çalışıyorsun" dediğinde "e bende görünmeye değer meziyetler var ki görünüyorum; sen neden görünmüyorsun?" diye cevap verebiliriz. Gördüğünüz gibi "makbul insan, görünme arzusuna sahip olmayandır" aksiyomu, son derece eleştiriye açık bir söylem halini almış oldu. Doğrusu; kendisinde var olanın görünmesinden hicap edecek insan, kendisinde başka şeyler varmış gibi görünme arzusuna sahip ve bu arzu doğrultusunda her şeyi mübahlaştırdığı bir amaç, ereklilik inşa etmişse işte bu sorundur ve patolojik olan budur.
Allah bizleri; göründüğü, bilindiği ve anlaşıldığı takdirde utanacağımız gerçekliklerden muhafaza etsin, bir sebeple indimizde bunlar peyda olmuşsa onları hakkıyla iyileştirmemizi, kendimiz dahil hiç kimseye zarar vermeyecek şekilde terbiye etmeyi nasip etsin.
Yorumlar
Yorum Gönder