HUZURSUZ YAZILAR III: TRAJEDİ YAZAMAMA TRAJEDİSİ







Aşağılık kompleksi sacayağımızın üçüncü durağına geldik; trajedi. 

Ben büyürken Müslüman büyüklerimden çok duyduğum bir serzeniştir: “Müslüman toplumlar bu kadar acı çekerken neden bir tane bile trajedi yazamadı?” Bu soruyu duymak da bağrıma bıçaklar saplıyor. Trajedi yazamadığımız için değil trajedi yazmak zorunda olduğumuz kanıksandığı için ıstırap duyuyorum. Olan biteni bir Batılı gibi deneyimlemek zorunda bırakıldığımız için. Öyle zannedildiği ve bu zan, tüm pervasızlığıyla üzerime tebelleş edildiği için. Tüm özgünlüğümüz sümen altı edilmiş ve bir Batılı gibi üretimde bulunmaya icbar edildiğimiz için. 

Midemize giren bu sancıları, gündelik hayatta daha basit hadiselerden hatırlarsınız. Mesela sizin Türkçeniz iyidir ama komşunun matematiği iyi olan çocuğuyla karşılaştırılırsınız. Bu karşılaştırma, en temelimize bir değersizlik tohumu eker. Sizi bu karşılaştırmaya konu eden kişi ya size değer vermiyordur ya da ektiği tohumla ilerde sizin kendinize değer vermemenizi sağlıyordur. Her karşılaştırma, biraz değersizleştirmeyi gerektirir nihayetinde. Müslüman camianın önde gelen büyükleri, fütursuzca bu karşılaştırmaları yaptığında bizlere faydasız bir değersizlik duygusundan başka bir şey ekmiyor. 


Trajedi… Neden bu kadar acı çekerken trajedi yazmadınız hiç? Mesela ben, maruz kaldığım bu direktifler tarafından acı çekiyorum madem, neden trajedi yazmak yerine gelmiş burada çözümleyici bir deneme yazıyorum? Oturup trajedi yazsana! Yazmayacağım ve neden yazmayacağımı anlatacağım. 


Haddizatında hayata, insana, oluşa, kevniyata ve tüm bunların bir ahenk içindeki raksına değer vermeyen bir insan, trajediyi ifham edemez denir. Trajedi dediğimiz hadise, ancak bir şeye tahkiken değer verilen yerde neşvünema bulur. Böyle bakıldığında Hıristiyan toplumlar hayata ve insana çok değer veriyor, Müslüman toplumlar hiç değer veriyor şeklinde bir safsata esiyor. Rahatsız mı olduk? Olmalıyız. 


Şimdi bakalım ki Hıristiyanlığın kodları; insana ve hayata nasıl değer veriyor. 


Hıristiyanlığın tarihteki siyasi gücünü, Pagan Roma İmparatorluğunu ihata ederek sahneye çıkmasına hasrederiz. Büyümek için ardına bir İmparatorluk almalıydı, halihazırda Roma İmparatorluğu biçilmez kaftandı. Bunun için ödenmesi gereken bedel; Roma kültüründeki hakim pagan pratiğin, Hıristiyanlığın alt satırlarında meşrulaştırılmasıydı, yapılıverdi. O alt kültürde birkaç madde var ki bugün bile Batı’nın insana verdiği değerin DNA’sını teşkil eder. 


İnfanticidum-öjenik


İnfanticidium/infantice: yeni doğan bebeklerin öldürülmesi. Kavrama anakronik bir medeniyet dokunuşu yapıldığında “insan ırkının ıslah edilmesi” anlamını haiz eugenics/öjenik halini alıyor. Buna göre ihtiyar heyeti, yeni doğan bebeği muayene ediyor, özürlü ya da sağlıksız olduğuna kanaat edilen bebeklerin imha edilmesi yönünde bir talimat veriyor. Hayatta kalmaya hak kazanamayan bebekler bir dağın eteklerine bırakılıyor (Mora Yarımadasındaki Taygetos Dağı). Şayet ısrarla hayatta kalan çıkmışsa da dünyada yaşamaya hak kazanabiliyor. Bu kadim olgu tarih itibarıyla Spartalılar’a dayanmaklığıyla bizlere çok uzak gelebilir ama Batı sağ olsun, bu olgudan pek de uzaklaşmayarak bizi bu sürüncemeye düşmekten kurtarıyor. Haçlılar, kılıçlar, sömürgeler, itlaflar derken bugüne geliyor. Hıristiyanın pagan köklerinden gelen insanın ıslah edilme pratiği, istendiği gibi olmadığı takdirde insanın gözden çıkarılabilmesi, ideolojik olarak benimsediği kabın sınırlarına uyumsanmadığında sigaya çekilmesi ve daha nicesiyle günümüze kadar geliyor, yetmiyor Gazze'de bir de tüyünü dikiyor bugün. 


Adolf Hitler, henüz güzel sanatlarda bir öğrenciyken Amerika’nın Indiana eyaletinde, zeka özürlü, sağır yahut körlerin zorla kısırlaştırıldığı bir yasa kabul edilmişti. Yıl 1907, insan ırkının ıslahına, bilimsel bir zemin hazırlama işi de bittabi Amerika’dan yükseliyordu. Bilirsiniz Batı sever barbarlığını bilimsel bir kaideyle örtmeyi. Sömürge imparatorluklarıyla kendilerinden olmayan milletlere yaptıklarını oku ki bitiresin. Wasp’in ne olduğunu da bilirsiniz; White, Anglosakson, Püriten kriterlerini haiz üstün insan. Wasp’in doğduğu yatak Ronald’ın Şarkısı’dır. Beyaz adamın yükü tee Ronald’ın Şarkısı’na dayanır ki o da 1040'lara kadar dayanır. İsa öleli 2024 yıl oldu. Kendini ona nispet edenler, bugün hâlâ kendileri dışında kalan insana değer vermemekte ve bir şekilde ıslah etmeye devam etmekteler. Söze gelir mi bilmem de Filistin’i analım, siz o sırada Afrika halklarını da anıverin. Batı’nın, insanı ıslah etme çabası; amaç değiştirdi, süreç değiştirdi, bağlamını ve tarzını değiştirdiyse de ıslah etmekliğini değiştirmedi. Bilinene göre İsa’dan önce 900’lü yıllardan 338’e varan Sparta’yla başlamış öjenik. O gün bugündür, Hıristiyan insana değer vermeye devam ediyor (!) E insana bu kadar değer verirsen elbette taşını sıksan trajedi çıkar.


Just utendi et abutendi: İstimal ve suistimal hakkı 


Bu başlık Hıristiyanlığın mülkiyetle kurduğu ünsiyeti anlatmak adına Alatlı'dan ithal edilmiştir. Roma medeni hukukunda "just utendi", mülkün özdeğini harap etmeden istimal etme hakkıdır; "just abutendi" ise sahip olunanın mutlak tasarrufu, yani suistimal edilmesine hak tanır. Böyle bakıldığında just utendi et abutendi demek, kullanma ve tüketme haktır manasına gelmektedir. Bu ilkeye, kapitalizmin amentüsü diyor Alev Hoca. Mülkiyetle kurulan ilişkiyi kullanmak ve tüketmek şeklinde algılarsak ne olur? Var olanı kullanır ve tüketirsin, haliyle var olan tükenmek suretiyle biter. Kullanma ihtiyacın devam ettiğine göre yeni bir varlık devşirmen gerekir. Şayet varlığı kendinden menkul ihdas edemiyorsan tabiri caizdir; devşirirsin. Maddeyle kurduğun ilişkinin mihenk taşını, kullanmak ve tüketmek oluşturuyorsa buradan şunu da anlayabiliriz; senin maddeyle kurduğun ilişkinin mihenk taşını, üretmek teşkil etmiyor. Yani üretmek, senin için ontik bir çaba ve gündem değil. Senin eşyayla kurduğun ilişki kullanmak ve tüketmek üzerinedir. Eşyaya ancak böyle yaklaşırsan aidiyet kurmayabilir, ihtiyacın olduğunda kullanabilir, ihtiyacın devam ettikçe de bitirebilirsin. O ki mülkün bitti fakat ihtiyacın devam ediyor; kalkar başka milletlerin mülklerine göz dikersin, oralardan aldığını getirir, ihtiyacını doyurmaya, haliyle kullanmaya ve tüketmeye devam edersin. İşbu sömürülecek ülke, tüketilecek mülk kalmadığında gözünü uzaya diker; tüketmek için yeni bir dünya arayışına girersin. Aranızdan "Batı'nın hiç üretim yapmadığını nasıl iddia edersin, bu yazıyı kaleme aldığın MacBook bile Batı üretimidir" diyenler çıkacaktır. Dostum ben, iki medeniyetin eşyaya bakışını imlemeye çalışıyorum. Hangi eşyayla ne tür bir ilişki kurduğunu değil; herhangi bir eşyaya nasıl yaklaştığını markaja almak istiyorum. Batı'nın mülkiyetle kurduğu patolojik ilişkiyi pazara çıkaran en büyük isim Marks'tır. Hiçbir noktada buluşmayacağımız varsa bile Marks'ın kapitalizmi gerçekten dert ettiği noktasında herhalde ayrışmayız. Burada, tüm insanlığın mal ve varlığını riske atan bir mülkiyet sorunu var, demeye çalıştığımız bu. 


Şimdi bir de Müslüman toplumların eşyaya bakışına değinelim; Mülk, yalnızca Allah'ındır. Bu kadar. Dünyayı, mümine bir amaç belletmeyen İslam ahlakı, bittabi malı ve mülkü de müminin tasarrufundan ve tasallutundan azade tanımlayacaktır. Bizler eşyanın emanetçisiyiz; indimizde bir mülk varsa bile zekat vermek suretiyle paylaşmayı esas biliriz. Yapmayacağımız varsa bile hukuk bize bunu cebren yaptırır. Yani bu esas, hepimizden daha üstün ve kavvamdır. Dünya hayatı gelip geçicidir. Gösteriş yapmayız. İki malımız varsa birini, hiç malı olmayanla paylaşırız. Şimdi bana romantik müslüman öğretisi zırvalıyorsun diyip burun kıvırmayın. Reel politiğin istikametten sapmış olması, istikametin hükmünü düşürmüyor. İdeal dünya düzeni yazmıyorum burada; her gün her vakit namazda söylediğimiz gibi "Allah'ım beni istikamet üzere kıl" cümlesini unutmamaya çalışıyorum. Yoldan ziyadesiyle sapmış olabiliriz fakat yine de haksızlık etmeyeceğim. Bugün nasıl reel politiğe bakıp "Batı gayet tabi üretim yapıyor" diyorsanız aynı oranda "Müslümanlar gayet tabi mülkle patolojik bir ilişki kuruyor" demeniz gerekir. Bu iki argümanı kabul etmek, beni anlatmak istediğim rotadan çıkarmış olmuyor. Dediğim gibi ben vakıanın mevcut tezahüründen ziyade asırlardır süregelen yaklaşım biçimine odaklanmış durumdayım. Buradan yaklaşınca iki ayrı kutup görünüyor; just utendi et abutendi VS Mülk, yalnızca Allah'ındır. 


Zihnim daldan dala gidiyor, bağışlayın. Bir manipülasyon tekniği var, yetişkin bir narsistle birkaç yıl geçirmeyen bilmez. Gerçekliği olmayan bir duygunun, realist bir yargıyla sorun haline getirilip muhatabının kucağına bırakılması. Sana kalan sadece sorunla baş etmek olur. Canhıraş o sorunu çözümlemeye çalışırsın, gerçekliği var mı yok mu diye bir adım geriye gidip argümanın ipliğini pazara çıkarmak aklına gelmez. Sözgelimi sen hiç pembe esvap giymezsin fakat gelir ve sana şöyle sorar: 


-Sen dün akşam neden pembe esvap giymek istedin?

+Ben pembe esvap giymedim ki?

-Ama giymek istedin.


Kendiliği ve şahsiyeti yeteri kadar güçlü biri değilsen aniden kendini şunu sorgularken bulursun "ben dün akşam neden pembe esvap giymek istedim? Acaba içimde bastırılmış bir pembe esvap giyme arzusu mu var?" Olmayan gerçekliğin hesabını kesersin kendine ve "bir saniye ya, böyle bir gerçeklik yok ki sen bana bunun hesabını soruyorsun, neden kendi zannından mülhem benim niyetimi okuyorsun, ne münasebet!" demek aklına bile gelmez.  Batı bunu yapmayı çok sever; bir şey söyler, ilk o söylediği için hakikatin meşalesini eline almış olur, sen söylediği şey gerçek mi diye düşünmeden seni alır bir dehlize sürükler. Mesela sırf İnsan Hakları Bildirgesi’ni yazdığı için insana en değer veren medeniyet unvanını alır. Şimdilerde Filistin, Batı’nın insan hakları konusunda bugüne kadar serdettiği tüm rolünü baltalıyor, insanlığın kaydına ne kadar değer bilemem ama Batı’nın insan haklarını hiç de umursamadığını konuşmaya başladık, biz üçüncü dünya ülkeleri… 


Trajedi, ancak insana ve hayata değer verdiğin takdirde mümkündür dedik. Ardından Hıristiyan Batı’nın insana ve hayata ne kadar da değer vermediğini ansımaya çalıştık. Daha doğrusu, kodlarında böyle bir yazılımın olmadığını hatırlamaya çalıştık. Bununla beraber yine Batı’nın trajedi yazarlığındaki maharetini nasıl da kanıksadığımızı hatırladık.  Neden trajedi diyince aklımıza Batı geliyor? Batı’nın, insana ve hayata verdiği değer ortada, defalarca sınandı ve defalarca okuldan atılması gerekirken okul başkanı seçilmeye devam ettirildi. Trajedinin Batı’nın yazdığı şey olduğunu neden kabul ettik? Hadi kabul ettik diyelim; neden aynısını yazamıyoruz diye bir aşağılık kompleksine tutulduk?


Biz Batı'nın trajedi diye yazdığı şeyi yazamayız. Bizim kültürümüzün hiçbir yerinde, insanı dağ başında ölüme terk ettiğimiz bir aralık yaşanmadı. Biz özürlü diye çocuklarımızı imha etmek şöyle dursun ahiretimizi yeşillendirecek bir imtihandır gözüyle bakıp bağrımıza bastık. İslam’ın indiği cahiliye toplumunda, kız çocukları diri diri gömülüyordu, hemen hafızanıza bu gelecektir. İslam, Arap toplumundaki bu insanlık dışı geleneği kaldıradursun, biz de o sırada, Türk’ün topraklarında İslam yokken bile böyle bir pratiğe yer vermediğini hatırlatmış olalım. 


Biz trajedi yazamıyor değiliz; siz trajedi yazıyor değilsiniz. Trajedi yazmak, bizim meşrebimize ters olmakla beraber trajedi yazmamayı tercih ediyoruz. (Katip Bartleby'a selam olsun) Biz yazı yazarken okurlarımıza yekpare bir acı duyumsatmak istemiyoruz; aksine, benzer bir acıyı kendileri de duymuşsa yalnız olmadıklarını görüp şifa bulsunlar istiyoruz. Kendimizce bir çıkar yol edinmişsek yazalım, belki okurlardan birine ışık olur diyoruz. Ben bu yolda yürürken çok düştüm, her düştüğümde böyle kalktım diye anlatıyoruz ki o yola girmiş, bir de düşmüşse şayet fikir verelim istiyoruz. Bizim kültürümüzde acının pornografisi yapılmaz. Biz Hıristiyanlar gibi merkezî noktamıza acıyı ve günahı almayız. Aksine umudu ve felahı alırız. Bizde esas olan yoldur, yola revan olmaktır, yürüyebilmektir, hikâyeye devam edebilmektir. Bizi tüm bunları yapmaktan alıkoyan bir bela tebelleş olduysa şayet, imtihandır; onu bir an önce defedip yürümeye devam etmeyi amaçlarız. Biz acıyı güzellemeyiz, o acının hayra açacağı kapıları telkin ederiz. Bir dostumuzun evi yandığı vakit, oturup o yangının bizde tetiklediği karanlık duygulara methiyeler düzmeyiz, bir kovaya su doldurur, yangını söndürmeye koşarız. Bizler acıyı, üstesinden gelinmesi gereken bir challenge gibi algılamaya teşneyiz. O acıya otağ kurup karalar bağlamayız. Ola ki acımız üzerine çok söz etmişsek henüz yola devam edecek istidatı bulamadığımızdan ve bulmak istediğimizdendir. Acı bizim için görülmesi, tanınması ve şahsiyetimizi büyütürken hak ettiği yere konulması gereken koyu renklerden biridir. İşbu tablonun tamamı beyaz renklerden yapılırsa o tablo, hâlâ bir tuval olmaktan öteye gitmeyecektir. Bir hikaye yazıyoruz madem; biraz kala çalsın, biraz morcivert… Hikaye bittiğinde şöyle bir gerinip tabloya bakalım ve diyelim ki “o karanlığın ardına sarılar ekmişim, resim çok güzel olmuş.” 


Bizim kültürümüzde karanlık, haram ve günah faş edilmez aksine gördüğümüz yerde elimiz ve dilimizle düzeltmek isteriz. Yapamıyorsak kalbimizle buğzeder, sönümlenmesini niyaz ederiz. Kötü rüya gördüysek kimseye anlatmadan sadaka veririz. Verdiğimiz sadaka, rüyamızın ifsadına galebe çalsın isteriz. Biz küçük bir çocuğun hırsızlık yaptığını gördüğümüzde onu ifşa etmeyiz, tüm çocukların olduğu o mecliste oturur, içinde hırsızlığın musibetlerinin olduğu bi kıssa anlatıveririz çocuklara ki mesajı ilk elden alması gereken alsın, diğerleri de nasiplensin. 


Geçen Azeri bir arkadaş, Türkiye'den neden bir Dostoyevski, Tolstoy çıkmadı diye sordu. Rus edebiyatına erişememişiz. Çünkü biz Rus değiliz, öylesine soğuk bir iklimde yaşamıyoruz, insanlar birbirine mesafeli değil. (İbni Haldun'un iklim teorisine selam olsun; iklimin, milletlerin karakter ve davranışlarını nasıl şekillendirdiğini anlatır.) Biz Müslüman bir ülkeyiz, komşumuz açsa tok yatmamaya çalışır, Gogol'u paltosuz bırakmamaya gayret gösteririz. Bu sebeple bizden Dosto çıkmaz, Ömer Seyfettin çıkar; o da "kardeşinin malını çalma" diyebilmek için bunca uğraşır. 


Peygamberin bir sünneti geldi aklıma; birgün, ashab mescidde namazı beklerken aralarından birinin abdesti kaçıyor. Namaz vakti girmek üzere, eğer abdesti kaçan sahabe kalkıp abdestini tazelemeye gitse kim olduğu anlaşılacak, anlaşılmasın diye abdestsiz namaza dursa namazı ifsat olacak. Sahabeyi bu ikilemde bırakmamak için Resulullah, tüm ashabı yeniden abdest almaya kaldırıyor. Şakalaşarak hep beraber abdest tazeleyip mescide dönüyorlar. Alternatif bir senaryo işletelim; Resulullah böyle yapmasaydı ve abdesti kaçan sahabe o ikilemden birini tercih etseydi ne olurdu? Birinde topluma, diğerinde de Rabb'ine karşı bir utanma duygusuna düşecekti. Çok güçlü bir utanma duygusu... Öyle ki Zweig'ın eline versen, Olağanüstü Bir Hadise diye 100 sayfa çiziklerdi. İslam Peygamberi, sahabesinin tek başına utanç içinde kıvranmasını değil; aksiliklerin üzerinden hep beraber gelinebileceğini, bir sorun baş göstermişse de birlikte çözülebileceğini göstermek istiyor. Utanç gibi bireysel ve pejoratif bir duygu, merhamet ve güvende hissetmek gibi ulvi bir duyguya evriliyor. Bu hadisi çok severim, neden kodlarımızdan trajedi fışkırmıyor sorusuna güzel bir cevap niteliğindedir. Mesela bu hadisten mülhem neden trajedi yapamadığımıza değinelim. Kerih bir duygu var; utanç. Bu duyguya otağ kurup dövünme lüksümüz yok. Vakit çıkmadan namazı kılmamız lazım. En iyi en doğru ve en güzel şekilde bu duyguyu nasıl meclisimizden defedeceksek o şekilde defetmeyi amaçlamamız lazım. Yapılması gerekeni hemencecik yapalım ki zaiyat vermeden namazımızı eda edip hayatlarımıza devam edelim. 


Bizim kültürümüzden trajedi çıkmamasının bir diğer sebebi de bizlerin tek başına olamayışıdır. Yukardaki hadiste gördük; bir sahabenin abdesti, tüm ashabın abdesti oluverdi. Bir müslümanın derdi, tüm Müslümanın derdi oluvermeli. Komşun açsa dedik, uyumamalısın. Gogol soğuktan donuyorsa hiç yoktan geçen seneki paltonu verebilmeli yahut ahilerle para denkleştirip ona bir palto alıvermelisin. Bizim toplumumuzda insan insanın aynasıdır. Peygamber, müminleri birbirine raptedip gitmiştir. Maddi açıdan sıkıştığımızda bankadan önce çalacak kapılarımız vardır. Modern resimde bu konuda epey eksen kayması yaşadığımızın farkındayım; kültürün köklerini ve ideal yansımasını yazıyorum, bugün bankadan önce çalınacak kapımız kalmadıysa sorun köklerimizde değil o kökleri sulamayan bizlerdedir. Birey putunu fütursuzca büyütüp ferdimizi yapayalnız ve savruk bırakmadan önce düşüncektik. Bir bedeldir ödenecek, ziyanı yok, düzeliriz. 


Trajedi bahsini kapatacağım. Belli ki meşrebimize uymuyor. Bizde kervan yolda düzülür, kervanda sıkıntı var diye yolun ortasına çöküp ağıtlar yakmayız. Varacağımız menzile geldik mi oturur sıkıntıları konuşuruz. Konuşmaktaki amacımız da yolda karşılaştığımız sıkıntıların dedikodusunu yapmak değildir; her neyse çözelim ki bir daha aynı yerden sıkılmayalımdır. İllaki ağıt yakacaksak da yürürken ağıt yakarız. Çünkü biz, ağıt yakarken yürüyebiliyoruz. Faydasız ilimden imtina edip faydasız randevulara çıkmayız. İşbu trajedi yazılması gerekliliğini kim bizim pazara getirdi? Neden yazmam gereksin, ben hayatla trajik ve dramatik bir ilişki kurmuyorum ki. Dünya benim için yegane amaç değil; alt tarafı yürüyüp geçeceğim. O yürüyüş esnasında mümkün mertebe iyiyi, doğruyu ve güzeli kaim kılacağım. Yanımda biri yürüyorsa omuz olacağım, yoruldum mu omzunda dinleneceğim. Ortalama 80 yılda yapılması gerekeni yapıp ahirete göçeceğim. Bu kadar. Amacımız aynı değil, usulümüz aynı değil, esasımız aynı değil, kültürümüz aynı değil ama istiyorlar ki edebiyatımız aynı olsun. Hiçliği, Rabb'e varırken bir idrak mertebesi olarak temaşa edenlerin, hiçliğe otağ kurup orayı yurt belleyenlerle aynı olması mümkün olabilir mi? Eşyaya bakışları, dünyayı görüşleri aynı değil ki yaptıkları üretim aynı olsun. 


Biraz kırgın ve öfkeliyim. Neden trajedi yazmıyorsun diye dayak yemek yerine; nasıl da trajedi yazamayacak bir meşrepte olduğumuz anlatılsın isterdim. Ben nihayetinde Batı'dan leyleklerle gelmiş bir çocuk değilim; bu topraklardan, bu köklerden filizlendim. Bu topraktan hangi meyve biter hangi çiçek açar bunu öğrenmiş olarak büyümek isterdim. Doğumuzdaki Batımızdaki meyve ve çiçekleri zebellah gibi özgüvenimizin üzerine çökertmek yerine kendi toprağımıza, kendi iaşemize odaklanalım isterdim. Nihayetinde bu bahsin de her yerinden Müslümanların aşağılık kompleksi, yetersizlik ve değersizlik duyguları fışkırıyor.


Biri çıkıp bize “Neden trajedi yazamıyorsun” diye sorduğunda “Esas sen neden trajedi yazmam gerektiğini düşünüyorsun?” diye karşılık vermeliyiz. “Neden Batı’daki kadar güçlü bir sanat bakiyemiz yok?” diye sorana; “Sanat bakiyemiz olmadığını nerden çıkardın? Bizim sanat anlayışımız canlı ve toplumsaldır (Çünkü biz millet ve ümmet olarak hareket halinde ve bir aradayız). Gündelik hayatın her yerinde ihtiyaç duyduğumuz işlevselliği sanatsallaştırırız. Sanat, toplumun kendine münhasır handikaplarından çıkar. Bizde Batı’nın yaşadığı handikaplar yok ki Batı’daki gibi bir sanat bakiyemiz olsun. Kendi özümüzde ne varsa onu güzelleştiririz.” demeliyiz. 

Bu yargıya içinizden şöyle bir karşılık gelebilir; "Mesela bizde tezhib sanatı var, hat sanatı var. Bunlar asırlardır olduğu yerde sayıyor; ilerleyen, büyüyen, değişen ve dönüşen formlar halini alamıyor. Bizim sanatımız kısır mı?" Ona da şöyle cevap vereceğim; debisi yüksek bir nehir değiliz, kesif inişler ve çıkışlar medeniyeti değiliz. Demek ki bizim kodlarımızda kültürel şahsiyetimiz stabil ve ne idiği belirlidir. Haliyle bunun tezahürü de aynı şekilde stabil ve belirli olur. Tezhib çıkıyorsa tezhib çıkacak; hat çıkıyorsa hat çıkacak. Bunlar olduğu yerde sayıyorsa olduğu yerde sayıyor oluşunu kabul edeceğiz. Demek ki sen bir tezhib ülkesisin. Yaşadığın evi ve okuduğun kitabı güzelleştirme milletisin. 


Her şeyi çok iyi bilen Müslüman büyüklerimiz -İsmet Bey’i, Alev Hanım'ı ve Fesli dedemi tenzih ederim-, bir kez olsun bize bunları söylemedi. “Gençlik bitmiş, sizin yaşınızdayken biz bunları bunları yazıyorduk.” E hocam yazdıkların sadra şifa olmamış demek ki? Neden sanatımız yok, felsefemiz yok, trajedimiz yok diye elini dizine durduracağına, “Bizim bunları yapmaya ihtiyacımız yok” farkındalığını bana sen telkin etseydin de ben 15 yıl haybeye savrulup durmasaydım. Yok diye ağlayacağına sen yapsaydın, belli ki sen de yapamamışsın. Yapılabilir bir şey olsaydı sen mükemmel vizyonun ve becerinle yapardın ya? Sen faturayı habire bana kestikçe ben zannettim ki daha çok Batı felsefesini okursam aynı şekilde felsefe icra edebilirim. Daha çok okudum, okudukça bataklığa girdim, debelendikçe çıkamadım. Halbuki ben, o bataklığa sadece uzaktan bakmalı, bilgi sahibi olmalı ve yoluma devam etmeliydim. 


Neden bizim özümüzde olmayan bir olgular bütününü, yeterince iyi taklit edemiyoruz diye dayak yiyip durduk? El cevab: Büyüklerimiz, Batı’nın kültürel zaferi karşısında duyumsadığı o meyus aşağılık kompleksleriyle yüzleşmeyi göze almayıp bu işi bize bıraktıkları için. Evet seküler kesimin en büyük kompleksi Batı’ydı, gel gelelim ki Müslüman Türk’ün de en büyük kompleksi Batı’ymış. Biri, Batı gibi olmak istedi, diğeriyse Batı gibi olmamak. Nihayetinde ikisinin de şahsiyetini tahdis eden yegane unsur, şaşırmazsınız Batı oldu. Biz kimiz, potansiyelimiz nedir, heybemizde neler var, ne ekip ne biçebiliriz sorularını cevaplamak da bizlere kaldı. 

Bu yazıyı uzun süredir zihnimin arka sekmelerinde pişiriyorum. Hep duygularla düşüp kalktı, çokça öfkelendim, çokça hayıflandım, zaman zaman kahra çalan bir ye’se kapıldım. Hangi hocayı dinlesem hangi derse hangi konferansa gitsem; aşağılık komplekslerini üzerimize püskürtüp dimağımızda bu kekremsi tadı bıraktılar, eksik olmasınlar. Aklı başkalarından toplama işini bırakıp başa getirince gördüm; hocalarımız, tamamen iyi niyetleriyle bizlere ne büyük bir kötülük yapmış… 


Nihayet...


Huzursuz Yazılar Serisinin dördüncüsünü de yazacağım. Ben bu seriye başlarken esasen Hıristiyanlığın günahla İslam'ın da umutla ilişkisini yazmak istemiştim ve bu başlıktaki yazıyı geçen ay yazmıştım fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Üç yazıdır konuşuyorum fakat hâlâ günah ve umut denklemine gelemedim. 

Bir de... 

Ben seriyi tamamlamaya çalışırken bu sırada gelen eleştiriler oluyor, dördüncüyü kısa kesebilirsem onları cevaplayacağım. Şimdilik iki tanesine yer vereyim;

1) Müslüman ve Türk ayrımı kafanda net değil, ikisini zaman zaman birbirinin yerine kullanıyorsun.

El cevap: Gayet net, bilerek kullanıyorum. Bazen kullanılmaması gereken yerler oluyor, siz rahatsız olun diye kullanmaya devam ediyorum. 

2) Neden Batı'yı bu kadar karşına aldın, aslında eleştirdiğin şeyi kendin yapıyorsun. 

El cevap: Türk'ün ilk ötekisi Avrupalı Hıristiyandır. Hükümet Kadın'da bir replik vardı; Gule'ye diyorlar ki "Senin adın neden Gule" o da diyor ki "Yani insanlar bilsinler ki ben o değilim, buyum." 

Kim olduğumuzu hatırlamamız için evvela kim olmadığımızı, daha da önemlisi neden o olmadığımızı konuşmamız gerekiyor. Biz Batı olmadığımızı biliyoruz, yıllardır herkes bunu söylüyor zaten. Fakat neden Batı olmadığımızı ve ne kadar da Batı olmadığımızı anlatmıyoruz. Sanki Batı olamadığımız için Batı olmamışız gibi bir zan var ve bu zan hasebiyle bitmek tükenmek bilmeyen bir aşağılık kompleksinin içinde debeleniyoruz. Eğer ilk ötekimiz Uzak Doğu olsaydı onu temaşa ederdik. Türk'ün Müslüman olduğu günden beri en büyük ötekisi Hıristiyandır. Evvelinde Uzak Doğu'yu öteki kılıp Çin'e set çektirmiş olsa da biz yakın zamandan konuşmaktayız. 

Bu yazı serisi Sünni-Şii diyalojisinde de işlenebilirdi fakat benim Şiilere ilgim ve iştiyakım yok. Onu da işin ehli yazıversin. Onun dışında ille de Doğu'ya neden gitmedin desen; en yakın Doğumuz Rusya, o da ortodoks Hıristiyan'dır. Diğer coğrafi temaslarımız da Ortodoks Hıristiyan Rusya'nın tasallutunda derdest olmuş Türkî Cumhuriyetlerdir. 

Velhasıl dostum, ben Batı'yı yazacağım zira gençliğim, bu komplekslere kurban oldu. Ben, Batı ve bizlerin inşa ettiği bu kompleks tarafından ne kadar ve nasıl kandırıldığımı idrak ettikçe sancıyorum. Yani Batı, benim şahsi meselemdir :) Sen Doğu'yu yazarsın, ona da ihtiyacımız var. 







 

Yorumlar

Popüler Yayınlar