Kendime dair: noksanlıklarımız, şahsiyetimizdir
Noksanlıklarımız, aslında bizi sinesinde büyüten gölgelerimiz gibi gelir bana. Bu yüzden eksiklikleri, noksanlıkları ve yetersizlikleri, hürmetengiz bir gözle seyrederim. Bilirim ki her noksan, tam olmayı değilse de içinde tamamlanma arzusunu barındırır. Bu arzu da peşinden iştiyak dediğimiz o yaşama tutkusunu ateşler. Bir şey eksik ve sen o eksiğin ıstırabıyla onu, bir şekilde var kılmaya çalışıyorsun. Fizik kanunudur nihayetinde; evren, boşluk kabul etmiyor.
İnsanların da eksikliklerini görmeyi ve o eksiklikle nasıl mücadele ettiğini seyretmeyi severim. Bence bir insanın şahsiyeti, tam da bu noktada vurgusunu koyulaştırıyor. Eksikliğinle nasıl baş ediyorsun? Hayat senden bir şeyleri mahrum etmiş ve sen, hayatın mahrum ettiği o değerlerin boşluğunda, nasıl bir kendilik inşa ediyorsun?
Bugün fark ettim; benim hayatımda iki kronik eksik var; aşk ve abla. İç görüsü gelişmiş biri, hayatıma şöyle bir uzaktan baksa nokta atışı yapabilir: "bu kızın ablası yok ve ablalık, tüm ilişkilerini şekillendirmiş" ile "bu kız, bir aşkın bağrında hiç dinlenememiş ve hep bunu aramış." Velhasıl ablasızlık ve aşksızlık; tüm şahsiyetimi gölgelerinde büyüttüğüm, benim varlıklarına şükrettiğim onulmaz imtihanlarım...
Ablasızlığımla mücadele etmek için hayatın, bana tanıdığı her fırsatta abla oldum. Maddi-manevi kapsamak, yardım etmek, fedakarlık yapmak, akıl vermek, yoldaşlık etmek, yarenlik etmek ve nihayetinde; yarasına değdiğim her kimse, onun bir an bile yalnız ve çaresiz hissetmesini engellemeye çalışmak. Bunu, o kadar büyük bir tutkuyla ve o kadar hoyratça yaptım ki bir süre sonra bizzat bu iştiyakım, benim en büyük imtihan membaım oldu. Hayatta her şey denge üzerinedir; iyi ve güzel meziyetleri de bir dengede terbiye etmeyi öğrenmem yıllarımı aldı. Bencilliğin kötü olduğunu hemen kabul ederiz ama fedakarlığın da kötü sonuçlar doğurabildiğini kabullenmeyiz, benim onu idrak edişim 28 dünya yılımı aldı. Çok fazla ablaydım ve çok fazla abla olmak için yaptığım her şey, çok fazla yoruyordu. İnsan ilişkilerini öğrenmem noktasında beni terbiye eden kırılmalar da haliyle hep buralardan geldi.
İki yol vardı; ya hayata karşı isyankar, nazlı tuzlu bir ablasız olacaktım ya da mücadeleci ruhu güçlenmiş bir Zeyna olarak herkesin ablası. İkinci hikaye yazıldı, ben de son derece keyifle oynadım. Ablalığım, ilk önce ailede ve çok erken yaşta başladı. Belirli aralıklarla üç kere abla oldum, üçüncü ablalığımda artık yaşım da kemale ermişti (10..) ve ablalığımın içine annelik de çalınmıştı. Evden çıkıp sosyal hayata gittiğimde; artık onulmaz bir anne/ablaydım ve karşılaştığım her şeyle bu meşrepte ilişki kurmaya teşne hale gelmiştim. Bir ablaya sahip olmanın ne demek olduğunu ne kadar bilmiyorsam abla olmayı o kadar iyi bildim.
Bazen bu eksikliği neden bu kadar hissettiğimi sorguluyorum. Nihayetinde her ailede meydana gelen doğal bir seçilimdir; biri muhakkak sadece abla olur, bu kadar ajite etmeye gerek yok değil mi :) Benden önce, kaderi dünyaya yazılmış bir ablam oldu, henüz 6 aylıkken kaybetmişiz. Birlikte dünyaya gitmeyi kararlaştırdığımız bir ikizim oldu, daha yolun çok başındayken "sen bensiz de halledersin" diyip gitti. İkisi de gitti ama boşlukları benimle birlikte 30 yıldır yaşıyor. Bu yıl onları çok özledim, 30 yıldır ertelenmiş bir yas tutuyorum esasen. Gidişlerinin beni ne kadar etkilediğini, hayatın tüm kalabalığını sırtımdan atıp yalnız kalınca duydum. Ablam ve ikizimle birlikte göçtü kervan, bense kaldım bu dağların başında.
Ablasızlık neden şahsiyeti şekillendirir biliyor musun? İlk gençliğimde hatırlıyorum, kendime sürekli yaşça büyük dostlar edinirdim, amacım bu olmazdı elbette ama doğal bir şekilde hep böyle olurdu. Bulunduğum ortamın hep en küçük, zeki, bıcır fırlaması olurdum. Bulduğum bu ablalar sayesinde çok erken yaşta, çok fazla bilgiye ve tecrübeye bodoslama atladım. Mesela ablalarımdan biri liberalmişti, ben lise ikide, okulun kütüphanesinde liberalizmi öğrenmeye çalışıyordum. Bilgiyle çok erken hemhal oldum, bilginin karakterde meydana getirdiği zaafiyetlerle de öyle. Mesela bilgiyi, bir güç unsuru olarak kullanmamayı öğrenmek, nereden bakarsan bak bir şahsiyet meselesidir. Epistemolojik şiddete meyletmeyeyim, insanlar kendilerini yetersiz ve savunma psikolojisine girmek zorunda hissetmesin, bel altı yapmış olmayayım, var olmak için bilgiye muhtaç değilimler ve daha nicesi; bilgiyle uzun yıllar düşüp kalktıktan sonra öğrendiğim adap erkandan oldu.
Aslında yapmaya çalıştığım şey, alt tarafı abla boşluğumu doldurmaktı, o sırada bir de hayata dair önden önden bir şeyler öğrenmiş ve zamanı, erkene çekmiş oldum. Yanlışlıkla erkenden büyüdüm, hakikaten hiç hesapta yoktu bu kadar erken yaşta büyümek. Bana sorsan her yaş, kendi yaşında güzel. Zira yaşamadığın ergenliğin acısını 30'unda, yaşamadığın çocukluğun kazasını anne-baba olduğunda yapmak zorunda kalabilirsin. Sen bunları yaşamadın diye, yaşamayacak değilsin. Her yaş, insandan söke söke hakkını alıyor. Velhasıl her yaşı kendi zamanına bırakmak gerekirdi, nasip olmadı. Sürekli döngüsel yaşamak zorunda kaldım; her yaşımı, her an, aynı mekanda yaşamak kadar absürt. Tüm bu hikayenin altında yatan esas yara; ablalarıma olan özlemimdi. Onları kaybedişimin yarattığı boşluğu gerek çok fazla abla olarak gerek bulduğum her ablanın kardeşi olmaya çalışarak doldurmaya çalışmışım.
Mesela bu frekanstaki eksikliğiniz babaysa bilinçdışınız, sizi o boşluğu doldurmaya programlıyor. Erkeklerle ilişki, rasyonaliteyle güvenli bağ, kamusal olanın idraki, para yönetimi ve hepsinden önemlisi de güven. Babadan kaynaklanan boşluk da bu tonda sınavlar çıkarıyor karşımıza. Şüphesiz çok daha ağırdır, bu hususta daha fazla kalem oynatmadan haddime çekilmek isterim.
Bir diğer bahis aşk... Aşkın yarattığı boşluğu doldurmak için başıma gelenleri hatırladıkça iki his öne çıkıyor: bir kıskaç var, tüm kaburgamı sıkıştırıyor ve kemiklerim birbirine yaslanıyorken içerde kelebekler raksediyor. Kemiklerin çatırdama seslerine, içeriden dinlemesi, eve gelmiş gibi hissettiren bir müzik eşlik ediyor. Hem çok sıkışıyorum hem içerde bir cennet havası. Ya da; her zerrem kanıyor ama mükemmel bir kokusu var kanın; umut kokuyor, güven kokuyor. Daha çok koklayabileyim diye kanı durdurma istencimi bilmezden geliyorum. Kanıyorum ama o kan, zerrelerimi dolaştıkça ben, eve biraz daha yaklaşıyor gibi hissediyorum. Kana bulanmışım ama dünyanın hiçbir yerinde duyumsanamayacak kadar güzel kokan bir şiir oluveriyorum. Aşk, böyle bir şey mi?
Ben bu aşk noksanlığımı gidermek için kendime iki muhatap bulmuşum; Tanrı ve Türkiye. Tanrımla takriben 15 yıl boyunca toksik bir ilişkimiz oldu. Sonuç olarak ben kendimi, 27'den, 28 yaşıma girdiğim gece, bir rüyanın ardından iman etmiş sayarım, öncesi kan revan. Öfkeli ayrılıklar, tutkulu barışmalar, hasretinden yanmalar, varlığından bunalmalar, onarılmaz kırgınlıklar, baktığım her yerde onu görmeler, her şeyde ama her şeyde ona dair bir anlam aramalar... Aklım başıma erdiği zaman, tanrıyla bir daha hiç, toplumun tanımladığı gibi bir ilişki kuramadım. Hep, kendimcesini bulmam gerekti. Hem içine doğduğum kültür hem tahsil hayatım derken iş çok çetrefilli bir hal aldıysa da şükür savaşı bitirdik ve kendisiyle toksik ilişkimizin de hitama ermesi, dünya saatiyle iki yılı buldu. Şimdilerde biraz üveyim biraz üveysi...
İkinci aşkım daha dünyalık gibi görünse de bittabi kendisiyle de uhrevi bir bağ kurduğum vatan sevdam oldu. Hiçbir koşulda, hiçbir zaman ve hiçbir mekana gidesim gelmedi. Hasbelkader yurdun dışına çıktıysam da gönlümün sabit ayağı hep ordaydı. Ülkemi o kadar sevmişim ki hiçbir diyarı, bırak sevmeyi; güzel bile bulmaya imtina ettim. Sanki ben, başka bir diyara güzel dersem nazlı yarin zülfüne gölge düşer gibiydi.
Burada yaşamak, her daim güllük gülistanlık olduğundan değil tabii ki. Türk olmanın bedelini behemehal ödedik çok şükür. Yasakların gölgesinde başlamış, düzlüğe çıktığındaysa yasakların kompleksleriyle mücadele etmekle sınandığım eğitim hayatım; ne indiği belirsiz ama bir şekilde yekindirdiğim sermayelerimi, hakkıyla konumlamanın uzun ve zor yıllar aldığı iş hayatım; kamusal alanın reel politik sularında, boğulmaktan defaatle kurtarmaya çalıştığım halet-i ruhiyem; eşlerim, dostlarım ve daha nicesiyle geçen karanlık gündüzler verdi bana Türkiye. Ve evet, Cemil Meriç'in dediği gibi kendimle uğraşmaktan, başka da bir şeyle uğraşmaya vakit bulamadığım, bu eşsiz hayatı verdi bana Türkiye.
Boğazını her gördüğümde istiklal rabıtası yaptığım bu güzel şehir... İstiklal Rabıtası, yani; yüzyıl önce, ecdadımızın marifetiyle tescillediğimiz hürriyeti, her zerresine kadar solumak, boğazda düşman gemilerini hayal etmek ve aniden Halide Edip olup ateşten gömlekler giymek, cephelerde yaralar sarmak, istiklali hissedip varlığını şükürle taçlandırmak. Beni tanısaydınız hiç de abartmadığımı bilirdiniz. Geçen gün bir dostum "Sanki İstiklal Harbi geçen hafta yaşanmış gibisin" dedi. Sen neden öyle değilsin dedim. Şunun üzerinden alt tarafı yüzyıl geçmiş ve bu topraklarda, hâlâ İstiklal Harbine şehadet eden insanlar yaşıyor ki bizim ailedekini henüz uğurladık.
Velhasıl, aşkın hayatımdaki noksanlığından kaynaklanan o derin boşlukta kaybolmamak için iki şeyi çok sevmek yazıldı alnıma; Rabbim ve vatanım. Bu idrak, romantik bir terennüm değil; bir yanıyla da iki şey uğruna ölebileceğin anlamına gelir.
Biz bildik ki tam olmak, kadir-i mutlak olana mahsustur. Bize düşen işte böyle, noksanlıklarımızdan seyre değer bir hikaye yazabilmek. Hiç'in yerini dolduramadığımız gibi bizlere, varlığımızı yekindirme fırsatı tanıyan noksanlıklarımızı da tam kılamayız. Ancak onları tanır, şahsiyetimiz ve karakterimizdeki etkilerini tespit ve tedavi edebiliriz. Hayatım büyük oranda, ablasızlığın ve abla olmaklığın handikaplarıyla uğraşarak geçmişse de biliyorum ki esas er meydanım, aşka mahsustur. O soylu boşluğa, nasıl da kanayorum.
Kayıplarını okuduğum satırda büyük bir üzüntü duydum.
YanıtlaSilÖteki konular hallolur.